9 Eylül 2010 Perşembe

Su


SU (*)

Nisan 2006

İki harflik bir sözcüktü sadece. İçine biraz tuz katarsan deniz, biraz hareket katarsan çağlayan oluyordu adı. Gözden damlayınca ne olduğunaysa adının, henüz karar verememişti. “Gözyaşı” deyip geçmemeliydi. O kadar basit değildi her şey.


Suyun biraz gizem katılmışıyla hafiften kaplanmış bir İstanbul sabahında; korna sesleri ve ter kokusuyla çevrili bir yolculuğun sonuna gelmişti. Attı kendini vapur iskelesinin önüne, martı sesleri ve simit kokularının ortasına. Çeyrek kala vapurunu üç buçuk dakikayla kaçırmıştı. Suçlu olan belki Altıyol’da kendini kırmızı ışıkta otobüsün önüne atan yayalar, belki de Kuyubaşı’nda otobüsü ufak bir koşunun ardından kapının küçücük camına tıklayarak durdurabilmeyi başaran gözlüklü kızdı. Belki de kendisiydi; suya bu kadar düşkün olmasaydı duştan üç-beş dakika önce çıkabilir, bir önceki otobüse yetişebilirdi. Kim bilir; belki de kıl payı bir yetişme olur bu, otobüsü kapının camına tıklayarak durdurur, bir başkasının çeyrek geçe vapurunu kaçırma sebebi olurdu.
Yarım saati vardı büyük bir değişimi gözlemlemek için. Gözleri önündeki o bomboş aydınlık salon her geçen dakika biraz daha dolacak, kalabalık uzun tahta kapıların güneş ışığını içeri buyur eden camlarının önünü sinsice kapayıp karanlığa boğacaktı bekleyenleri. Belki de “sigara içilmez” simgesinin anlamını hâlâ kavrayamamış bir densiz, somut bir boğulmaya neden olacaktı. Fakat şimdilik yalnızdı, salonun banklarından birinde sessizce oturuyordu. O anda, salonun ortasından geçen sütunlardan birinin arkasında bir kıpırtı fark etti.

Yaşlı kadın; çiçekli, mavi-beyaz bir ev elbisesi giymişti. Üzerinde gri bir yelek vardı. Dip boyasını çoktan kaçırmıştı: Yeleği rengi saçları bir noktadan sonra parlak bir kahverengiye dönüşüyordu. Yaşlanmayı kabullenmişti belki de. Ayağında eskimiş bir çift topuksuz ayakkabı, boynunda yıllardır takılıyor olmaktan bazı yerleri aşınmış altın kaplama incecik bir zincir vardı. Elleri dizlerinde, ileri-geri sallıyordu bedenini oturduğu yerde. Bazen bir elini diğerine sanki bir lekeyi çıkarmak için kazıyormuşçasına sürtüyordu. Çenesi de titriyor, ama gözleri tüm bu hareketlerden habersizmişçesine boş bakıyordu salonun tozlu döşemelerine.

Yaşlı kadını incelerken, birkaç kişi daha doldurmuştu salonun banklarını. Kol saatlerini ya da duvar saatini sevdikleri bir diziymiş gibi takip eden, gözlerinden beyinlerinin doluluğu okunan insanlardı bunlar. Yaşlı kadınınsa bir kol saati bile yoktu kolunda. Anlık bir kararla onun yanına gitmek üzere kaldırdı bedenini banktan. Sütunun yanına geldiğinde fark etti yanına oturmak, iki kelime laflamak için cesareti olmadığını. Bir yandaki banka bıraktı kendini yavaşça. En azından araya yarım metrelik bir boşluk girsindi. Yaşlı kadın bir “İstanbul hanımefendisi” değildi: Anadolu kadınının anaç, cana yakın ve sıcak bakışlarına sahipti; iri bedenine sahip olmasa da. Şöyle güneyden, Adana civarından falan. Belki de on bir çocuklu bir ailenin kızlarındandı. 30’lu yılların Türkiye’sinde doğmuş, 50’lerde genç bir subayla evlenmiş, 3 çocuk doğurmuştu. Asker ailesi bu, oradan oraya gitmişler, şehir şehir gezmişler; emekliliklerini İstanbul’da geçirmeye karar vermiş, Göztepe’de küçük bir daire tutmuşlardı.

Bankın yanına dayadığı okul çantası, kayarak tozlu döşemeye devrildi boylamasına. Almak için eğildi. Kızları etkilesin diye dar gömlek giyiyordu okul ceketinin içine, sıktı biraz omuzlarından. Yaşlı kadına doğru yaklaşınca istemeden, özlediği o kokuyu duydu bir an: Limon kolonyasıyla el kreminin karışımı; babaannelere ve anneannelere özgü koku. Derin bir nefes aldı hafızasının koku deposunu güncellemek için.

Onun da belki torunları olmuştu boy boy. Göztepe’deki evin mutfağındaki sandalyelerden birine oturtmuş, yemek yaparken kendini seyrettirmişti onlara. Yemek yapmak derken, öyle sıradan yemekler de değil hani. Mantılar açar, içli köfteler haşlardı; ne katmerler, ne kayısı reçelleri yapardı o eller! Mutfağın balkon kapısına asılı bir torbada bayat ekmekleri biriktirir, torunları geldiğinde Fenerbahçe Orduevi’ndeki ördeklere atarlardı birlikte.

Artık kaçamak bakışlar atmıyor, gülümseyerek seyrediyordu o buruşuk tenin sahibini. Bakmıyordu yaşlı kadınsa. Küçük bedenini kendisinden beklenmeyen bir çeviklikle kaldırıyor arada banktan, ne yaptığının farkında olmadığını bağıran bakışlarla geri dönüyordu eski oturuşuna.

Biblolar vardı belki de salonunun beyaz-kahverengi dolaplarının raflarında dizili. Her rafta birer de çerçeve: üç çocuğun düğün fotoğrafları, birer de torundan toplam altı raf. Köşede bir yerde artık yaşlanmış olan o askerin, zamanında keyifle tüttürdüğü bir nargile dururdu. Yılan sanıp korkardı torunlar. Ayırmazdı torunlarının hiçbirini diğerinden herhalde. Zaten büyük ihtimalle aynı anda kalmazdı hiçbiri onda, birbirlerini kıskanmasınlar diye. Oturma odasında da anca bir yer yatağı serecek kadar boşluk vardı. Biraz zorlayıp da üzerindeki pembe, çevirmeli telefonun kablosu yeterse Singer dikiş makinesi biraz kenara itilebilirdi ama… Yok, yok… Bir geceye bir torun yeterdi. Askeri yatağında yalnız bırakıp torunuyla yatardı zaten “Ayşe Fatma Kuzular” masalıyla başlayan gecenin sabahına dek.

Vapurun düdüğü duyuldu, ağır ağır yanaşırken iskeleye. İnmeye başladı yolcular aceleyle. Sonra insanın kendi düşüncelerini bile zor duymasına neden olan o uğultu azaldı biraz, kapıların açılmasıyla. İnsanlar dışarıya çıkmaya başladı, akın akın. Salon boşalmak üzereydi, yaşlı kadın oturuyordu hâlâ. Yerden alıp astı tek omzuna sırt çantasını. Koluna girme ihtiyacı hissetti, yürümesine yardımcı oldu. Çıktılar dışarıya, vapura doğru.

Kolundaki bu yaşlı kadın belki de yaşlanmıştı gerçekten günü geldiğinde. Yaşlanıp güçsüzleşmişti. Önce torunlarına Singer dikiş makinesinin neden bir masa büyüklüğünde olduğunu açıklayamadığında yorgun; sonra hangi torununun nasıl yumurta sevdiğini unuttuğunda suçlu hissetmişti kendini. Sonra adlarını karıştırmaya başlamıştı torunların. Evin ışıklarını yanık, musluklarını açık bırakmaya başlamıştı fark etmeden. Ne mantılar, ne katmerler kalmıştı geriye. Geride bıraktığı yıllardan sadece bir çarpım tablosu ve Behiye Aksoylu kadın matineleri vardı aklında. Yalnızca bir oğlunu tanıyordu artık belki de. O askerin yokluğunun farkına varmıyordu.

Vapura dayanan tahta iskeleye çıktılar kol kola. Gemi sallandı biraz, yaşlı kadın aniden dengesini kaybetti. Sımsıkı sarıldı ona, hiç bırakmayacak gibi. Tutmaya çalıştı, “Babaanne!” diye bağırdı kendi dengesini de kaybettiğinde. İkisi birden, bir yumak gibi düştüler Kadıköy İskelesi’nin kirli sularına ve düşerken bir damla yaş indi yanaklarından. İnsanlar bağırmaya başladı.


İki harflik bir sözcüktü sadece. İçine biraz tuz katarsan deniz, biraz hareket katarsan çağlayan oluyordu adı. Gözden damlayınca ne olduğunaysa adının, henüz karar verememişti. “Gözyaşı” deyip geçmemeliydi. O kadar basit değildi her şey. Bazen özlemdi çünkü anlamı, bazen acı.


Öğle saatlerinde hastanede, annesiyle babası başında bekliyordu. Hiçbir şeyi yoktu, sapasağlamdı; uyandığında gidebilirdi hemen evine. Yine de “Anoooom!” der, üzülürdü babaannesi; şimdi başında bekliyor olsaydı. Ama yoktu.

Onu hastaneye getiren bıyıklı İDO görevlisi, “Akbil’ini öttürdü, bir banka oturdu, gördüm ben. Sonra bi başkasına oturdu yerinden kalkıp. Zamane gençliği dedim ben de. Alın çantası da na burda. Aval aval yanındaki boş banka baktı vapur gelene kadar. Sonra birden düştü suya, az kalsın vapurla iskele arasına sıkışıp ölücekti! Allah korudu!” demişti. Oda limon kolonyası kokuyordu, ama kremsiz. Babaannesiz. O ise gözünden inen bir damla yaştan habersiz durmadan sayıklıyordu uykusunda: “Babaannem, izin vermediler bana, git sen okuluna dediler, ÖSS yakın. Daha Nisan dedim, gelmek istiyorum dedim, izin vermediler babaanne. Gelemedim cenazene.”

(*) 2006, Yunus Aran Öykü Yarışması, Mansiyon

30 Mayıs 2010 Pazar

Faika'nın Listesi

FAİKA'NIN LİSTESİ(*)
Nisan 2009

Faika Tepegöz, hayatını bundan böyle dul bir kadın olarak yaşayacağını kabullenememenin verdiği rahatsızlıkla, iki haftadır olduğu gibi 17 Nisan gecesi de yine uyuyamamıştı. Uyumak bir yana, sadece yatmış olsa bile biraz dinlendirme olanağı bulurdu da vücudunu; yatağa yattıktan birkaç saniye sonra tekrardan ayağa dikilme ihtiyacı hissetmişti. Kırk beş buçuk metrekarelik kapıcı dairesinin bir köşesinden diğerine, aklında binlerce düşünceyle voltalar atmıştı sabaha kadar. “Hayır” deyip duruyordu artık gerçekten odanın içinde fısıltılar halinde duyulmaya başladığına yürekten inandığı iç sesi; “Hayır, bu bir cinayetti.” Ve ışıkları gözüken güneşin kendisi henüz tam olarak doğmamış, sabah ezanı henüz okunmamış ve Kadıköy Belediyesi’nin metalik homurtular çıkararak sokağın sessiz bekâretini her sabah aynı saatte bozan çöp kamyonu henüz geçmemişken vermişti kararını. Olayın sıradan bir beyin kanamasından ibaret olduğunu düşünen İstanbul Polisi ve apartman sakinlerine inat, bu cinayeti bizzat kendisi aydınlatacaktı.
~ . ~ . ~ . ~

Emekli Veteriner Erman Yamaner, her sabah olduğu gibi 18 Nisan sabahı da, saat tam sıfır-altı-sıfır-sıfırda açtı Yolpalas Apartmanı’nın kapısını. Her sabah olduğu gibi bir litrelik süt ve büyük bir plastik kap dolusu kedi maması ile… On sekiz yıldır tek bir gün bile ihmal etmemişti mahallenin kedilerini. Yıllar geçtikçe cinsleri, renkleri ve sayıları değişiklik gösteren kediler, her birine yetecek kadar yiyecek ve içecek olduğunun bilincindeydiler sanki. Bu rekabet yoksunluğu yüzünden tembelleşmişlerdi hatta zamanla. Ve aralarında anlaşmışçasına beraber hareket eder, apartmanın bahçesine her sabah aynı anda giriş yaparlardı.

Yaşlı adam farklı minör ve majör tonlardan miyavlamalar eşliğinde, yanında getirdiklerini apartmanın kenarına yerleştirmiş olduğu kaplara dökerken; günün sıradanlığını baltalayan bir değişikliğin farkına vardı. Apartman görevlisi Mustafa’nın on iki yıllık temizlik ve titizlik hastası karısı Faika, Yolpalas Apartmanı’nın tarihinde ilk kez, her gün sabahın köründe başladığı temizlik hazırlıklarını ihmal etmek pahasına apartmanın önündeki bankta oturuyordu. Emekli Veteriner Erman Yamaner, bankın altındaki bavulu fark etti:

- Ne o, sen de mi bırakıyorsun yoksa bizi?

İtici ve umursamaz bir tonda çıkmıştı sesi. Sanki “Sen de gitsen de, kurtulsak.” dermiş gibi. Söz konusu bavulun farkında bile olmadığı her halinden anlaşılan ve haftalardır uyuyamamanın gözlerinin altına yerleştirdiği torbalar korkunç gözükmekte olan kadın, sessiz kaldı bu sorunun karşısında. Erman Bey ise hayvan olmayanlarla iletişim kurmak üzere kullanabileceği günlük kelime limitini daha sabahtan aşmamak için; ne kadının sabah rutinini neden bozmuş olduğu üzerine, ne de bavulun kime ait olduğu konusunda soru sormamayı seçti. Fakat kısaca sözcüklere dökmek suretiyle dışa vurmayı seçmediği şeyler; Mustafa Efendi gibi, hayvanlardan nefret eden işe yaramaz bir adam için bu obsesif kadının neden iki haftadır yas tuttuğunu anlamaya çalışmaktan ibaretti.

Faika Tepegöz ise kocasının da kendisinin de hiçbir zaman sevmediği bu sosyopat adama olan duygularının karşılıksız olmadığına emindi. Küçücük gözlüklerinin ardındaki gözlerinden fışkıran nefreti sezebiliyor ve kalbindeki şeytani duyguları hissedebiliyordu. Erman Bey üzerine biraz daha düşündüğünde o nefret dolu bakışların en hissedilir olduğu zamanı hatırladı. Birkaç hafta önce, kocasının saatlerce uğraşarak düzenlediği bahçeyi dakikalar içinde talan eden bir kediyi tekmelediğini görmüştü. Fakat bunu gören tek kişi Faika değildi ne yazık ki. Yaşlı adam cüssesinden beklenmeyecek bir güçle Mustafa’sını yakasından tutarak havaya kaldırmış ve suratına tükürmüştü. “Bir daha herhangi bir hayvana, bir kertenkeleye bile dokunduğunu görürsem seni şu bahçede öldürürüm.” diye bir çırpıda kurmuştu kendi standartlarına göre fazlasıyla uzun bir cümleyi. Ve eklemişti: “Herkesin gözü önünde.” İşte o an kocasının cinayetini aydınlatma yolunda ona yardımı dokunacak şüpheliler listesinin ilk sırasına yazacak ismi bulmuştu Faika: Emekli Veteriner Erman Yamaner. Ya da, listeye yazıldığı şekliyle “Daire 9: Erman Bey”.
~ . ~ . ~ . ~

20 Nisan gecesi Faika Tepegöz, iki koca gündür temizlemediği apartmandan gelen - ve aslında kendisinden başka hiçbir apartman sakininin fark etmediği mikro-pislik kokusunun verdiği rahatsızlıkla yine uyuyamadı. Kocasının cinayetini aydınlatma isteği her şeyin önüne geçmişti geçmesine de, bir dedektifin bu şartlarda çalışması söz konusu bile olamazdı. Saatler sıfır-üç-sıfır-sıfırı gösterirken sıvamıştı kolları. Genellikle sabahları gerçekleştirdiği ritüelinde saat dilimi dışında bir değişiklik yapmaya niyeti yoktu. Yine on ikinci kattan başlayıp aşağıya doğru inerek, yine arapsabununun en etkilisini en verimli şekilde kullanarak, yine her basamağı soldan sağa ikişer kez fırçalayarak, yine 21 numaranın kapısına koyduğu çöpleri fark ettiğinde küfrü basarak… Ve saatin kaçı gösterdiğini hiç kafasına takmadan, yine “Acem Kızı” türküsünü o berbat sesiyle avaz avaz söyleyerek…

~ . ~ . ~ . ~

“Allah belanı versin!”. Emekli Öğretmen Nermin Germen, saat sıfır-üç-sıfır-yedide öfkeyle kapısını açtığında ağzından çıkan cümle buydu basitçe. Fakat yazıya dökmek gerekirse, daha çok “Yellayhbeleeneverseaaaaeyn!” gibi bir harfler karmaşasını andırıyordu. Evde olduğu sürece üzerinden çıkarmadığı allı-güllü sabahlık ve yetmişli yaşlarına rağmen sapsarı boyanmış dağınık saçlarıyla yeterince korkunç olması yetmiyormuş gibi bir de durmaksızın çığlık atardı Nermin Hanım. Tepegöz çifti tarafından kısaca “yelabela” olarak adlandırılan bu kriz anlarında kesinlikle susmak; illa konuşmak gerekiyorsa da “Haklısınız Nermin Hanım” demek gerekiyordu.

Huysuz ve yaşlı kadını gecenin bir yarısı türkü çığırmak suretiyle mağarasından çıkaran Faika, hatasının farkına vardığında, her şey için çok geçti. Türkü sesine uyanmayan alt ve üst kat sakinleri, Nermin Hanım’ın bağırışları üzerine bir bir kapılarında pijamalarla, geceliklerle, sabahlıklarla ve robdöşambrlarla belirmeye başladılar. Faika ise içinde bulunduğu psikolojinin artırdığı çirkeflik katsayısıyla, imkânsızı başarmaya, Nermin Hanım’ı haksız çıkarmaya odaklanmıştı. Kimi Faika’ya, kimi Nermin Hanım’a söven, bazıları ise her ikisini birden suçlayan bu insanların ortak amacı ise yalnızca uykularına kaldıkları yerden devam edebilmekti.

Faika, birkaç dakikadır içinde bulunduğu ve henüz hiçbir kazananın olmadığı bu kavganın ve yarattığı sabahın-körü-curcunasının içinde Nermin Hanım’ın her zaman tiksindiği gözlerine baktı ve bir anda nedenini çok iyi bildiği bir öfke uyandı içinde. Sanki dakikalardır bu kadınla karşılıklı çığlık atan kendisi değilmiş gibi, bir anda söyleyiverdi sihirli sözcükleri: “Haklısınız Nermin Hanım”.
Her şey bittiğinde kopan alkışın ya da birer birer kapanan kapılarınsa farkına bile varmadı Faika. Çünkü artık hayatının amacı haline gelen listesini ve kurşun kalemini upuzun eteğinin içine diktiği kesesinden çıkarmış ve listenin dördüncü sırasına şu ismi eklemişti: Emekli Öğretmen Nermin Germen. Ya da, tam olarak listeye yazıldığı şekliyle “Daire 23: Nermin Hanım”.

~ . ~ . ~ . ~
“Rahmetli de ne yakışıklı adamdı.” deyip, en yapmacık gözyaşlarını bir bir dökerek kapıcı dairesinin yer yer aşınmış halısına; ağlamaya başladı geç gelen taziye ziyaretçisi. Günlerden 23 Nisan, saatlerden gece yarısı. Fakat bu neşe dolunması gereken günde Faika Tepegöz’ün içi hiç de şen değildi ne yazık ki. Şu ömrü hayatında geriye dönüp baktığında ona yitip giden kocasını hatırlatacak tek bir evladı olmamışken; televizyonda altmış dört vatanın çocukları vardı. Ve bu yetmezmiş gibi, merhumun kaçıncı dereceden olduğunu kestiremediği bir yakını, bu geç saatte ütülüyordu kafasını.
Günlerdir uyuyamayan zavallı kadın, “Aaaa, yeter ayol!” diye gürlememek için zor duruyordu. Ve tam o anda, kapıcı dairesinin küçük penceresinin demirleri arasından sızmayı başaran bir çakıl taşı, istenmeyen misafirin kafasına isabet etti. Kafasındaki küçük yaraya ilk müdahale Yolpalas Apartmanı’nın kapıcı dairesinde yapılan adsız kadın, bir daha girmeyeceği binanın kapısından çıktıktan hemen sonra, aynı yerde Faika gözüktü. Daha öncesinde de yüzlerce kez kırılan camın, neden pencerelerinde değil de bin bir parça halinde halılarının üzerinde durduğunu çok iyi biliyordu çünkü.

~ . ~ . ~ . ~

Emekli Albay Tonguç Kutlubay, altmış sekiz yaşında ve alkolikti. Ordudan emekli olduktan sonra kendini boşlukta hissetmiş; bu boşluğu rakı, viski ve kırmızı şarapla doldurmuştu. Karısının ölüm yıldönümü, 30 Ağustos Zafer Bayramı ve 10 Kasım’lar dışında her gece içerdi Albay. Ve çocuklara armağan edildiğinden beri kendisini pek ilgilendirmediğini düşündüğü bu bayram gecesinde de, düz bir çizgi üzerinde yürüyemeyerek dönmüştü evine.

İçtiği hemen hemen her gece, apartmanın bahçesine girer girmez şaşırırdı yönünü. Bu yanlış rotanın bir kısmı kapıcı dairesinin önündeki saksı bitkilerinin de üzerinden geçtiğinden; saksıları sabit tutmaya yarayan çakıl taşları sıklıkla Albay’ın tekmelerine maruz kalırdı. Alnında o gece uçmak yazan taş parçalarının bazıları da, Tepegöz Ailesi’nin ikametgâhında geçici bir iz bırakmak üzere havalanırdı. Bu gece de Albay’ın eğik düzlemdeki adımları, apartmanın önünde bir süredir duruyor olmasına hâlâ alışamadığı bir bavula takılmıştı. Dengesini kaybeden yaşlı adamın toparlanmasının tek yolu ise yine bir şangırtıyla dillenecek olan çakıl taşlarını harekete geçiren tekmeyi kenardaki saksılara savurmaktı.

Faika, uzun yıllar kocasının yaptığı bir başka görevi daha devralmıştı arkasından. Apartman girişi, asansör ve daire kapısı olarak üç bölümden oluşan zorlu bir macerada sarhoş Albay’a yardım etme görevi, yaşlı adamın evine sağ salim ulaşabilmesi için onun omuzlarındaydı artık.

Nefesi yaş üzüm rakısı kokan yaşlı adamın koluna girmişken, yine kocası geldi gözlerinin önüne. O ankine benzer bir geceyarısıydı. Koca adamı taşımaktan yorulmuş ve terlemiş olan Mustafa eve girdiğinde aynı koku duyulmuştu. Yorgun gözleriyle bakmıştı karısına: “Bu ayyaş bir gün beni öldürecek!”

Bir anda Albay’a olan tüm sempatisini yitiren Faika, zavallı adamı asansörün içinde öylece bırakıp kapanmıştı dairesine. Masanın üzerinde duran ve artık bir hayli uzamış olan listeye bir isim daha bahşetmenin vakti gelmişti ona göre. Çıkardı ucu körelmeye başlamış kurşun kalemini ve Emekli Albay Tonguç Kutlubay’ın ismini ekledi. Ya da yazdığı şekliyle “Daire 14: Albay Bey”.

~ . ~ . ~ . ~

Mayıs ayı tüm güneşi ve rengârengiyle gelip çatmış, hatta yolu yarılamıştı. Faika’nın içiyse hala kapkaraydı. Başarılı bir soruşturma yürüttüğünü düşünse de bir sonuç alamıyor; bu da apartman sakinlerinin gözünde onu kocasını seven zeki bir kadın değil, bir deli yapıyordu. Bir aydan uzun süredir tuttuğu şüpheliler listesinde, yirmi dört daireli Yolpalas Apartmanı’nın tam otuz beş sakininin “sakin olmadıkları” şüphesiyle adı geçiyordu.

Haftalar boyunca apartmanda yaşayan herkesin hayatına fazlasıyla burnunu sokmuştu Faika Tepegöz. Listesi kabardıkça gündelik işlerini aksatmış, gündelik işleri aksadıkça geceleri uykusu kaçar olmuştu.

Otuz beş kişinin çoğu kadın, azı erkek, bazısı yaşlı, hatta birkaçı çocuktu. (Evet, Faika Tepegöz üçüncü sınıfa giden küçük Tayfun’un yoldan geçen bir köpeğe sapanıyla taş attığını gördüğü anda geçmişi anımsamış ve kocasının geçirdiği beyin kanamasına kesinlikle o sapanın yol açtığına ikna etmişti kendini.) Kocasının infazının apartman toplantısında alınan bir kararla çıkmış olabileceğini ve şüphelilerin hepsinin suçlu olabileceğini de düşünmemiş değildi hani.

Kanıt aradığı üç hafta boyunca, bir hayli karıştırmıştı ortalığı. Sorguladığı dairelerin tüm kirli çamaşırları bir bir dökülmüştü ortaya. 10 numaranın hanımı kocasına boşanma davası açmış, 8 numaranın kızının hamile olduğu açığa çıkmış, 3 numaranın dedesi kalp krizi geçirmişti. 11 numaranın oğlu da 22 numaranın kızına hastaydı da, henüz kocasının ölümü ile bu konu arasında bir bağlantı saptayamamıştı. Bilmediği tek şey ise, akıl sağlığının hiç de iyi yönde ilerlemediğiydi.

~ . ~ . ~ . ~

Faika Tepegöz ilk ağlama krizine tutulduğunda, listesi yine yanındaydı. Birkaç histerik ses ve çığlıktan sonra apartman bahçesinin kapısını çarparak çıktı sokağa. Bir bir lanet okudu Yolpalas Apartmanı’nda yaşayan herkese. O listede adı yazıyor olsun olmasın herkes bir olup öldürmüştü kocasını. Emindi buna. Aradığıysa yalnızca bir kanıttı, küçücük bir kanıt.

Eteklerini sıyırmış ve çömelmişti sokağın kenarına. İnce ince ağlıyordu. Birkaç saniye önce avazı çıktığı kadar bağıran kadından eser yoktu. O an yolun karşısında gördüğü kıpırtı şaşırttı onu, baktı ve gördü bembeyaz giyinmiş olan Yaşlı Adam’ı. Nereden çıktığını anlamamıştı. Sokakta yalnız olduğunu düşünmüştü oysaki. “Kızım” dedi adam, “ağlama, neden ağlıyorsun?”. O kadar sevgi dolu bir ses tonuydu ki, sinir krizine devam etmek yerine anlatıverdi bir anda her şeyi. Kocasını, onu ne kadar sevdiğini, Yolpalas Apartmanı sakinlerini ve listesini…

“Kızım” dedi yine yaşlı adam. Sinir bozucu bir şekilde tüm cümlelerine bu şekilde başlıyordu, “gel bakalım.” Yolpalas Market’in hemen dışındaki taburelere oturmuşlardı. Listesi taburelerin arasındaki masanın üzerinde duruyordu. Yaşlı Adam bir kalem aldı eline ve farklı bir sırayla yeniden düzenledi listeyi. Faika’nın Listesi tam yirmi üç ayrı daireden insanların isimlerini içermekteydi. “Kızım” dedi Yaşlı Adam yine, “bak. Hangisi eksikse, git oraya bak.”

~ . ~ . ~ . ~

Tam bir buçuk ay önce, Mart’ın otuzlu günlerinde; Tepegöz Ailesi’nin camı sabaha karşı dörtte kırılmıştı. Gecenin bu vakti homurdanarak apartmanın kapısından giren, Albay’dan başkası olamazdı. Mustafa uyandı, pijamalarını çıkardı. Faika paramparça olan pencere camını görüp, küfrü bastı.

Döndüğünde bitkindi Mustafa. Yorgun gözlerle “Bu ayyaş bir gün beni öldürecek!” diye dert yandı karısına. Sonra da üzerindeki anason kokusunu atmak için doğruca banyoya yollandı.

Faika ise, istemsiz bir şekilde erken başlayan gününü değerlendirmeye kararlıydı. Günlerdir ertelediği işlerden birini yapmak yönünde verdi kararını: Üç gün önce bir evden-eve-nakliyat şirketi tarafından hızlıca boşaltılan 24 numaranın ardında bıraktıklarını toplayacak ve ilk boşaldığı andan itibaren etrafa sadece onun tarafından duyulabilecek kötü kokular saçan bu mekanı baştan aşağı temizleyecekti.

Her gün apartmanı temizlerkenki ritüelini aynen uygulayacaktı burada da. Ve bu ritüelin detaylarına “Acem Kızı” türküsü de dâhildi. Sabahın kör karanlığında türkü çığıran bir kadın sesiyle uyanan Nermin Hanım; o güne dek görülmemiş bir öfkeyle çalmıştı karşısındaki boş dairenin kapısını. Faika ise bir an bile düşünmeden, kapıyı açar açmaz yapıştırmıştı cevabı: “Haklısınız Nermin Hanım”.

Sinirinin yatışması için bir süreliğine balkona çıkmıştı. O sırada yeni doğan güneşin ışığında bahçesiyle uğraşan kocası, on ikinci kattan bile oldukça yakışıklı gözükmüştü gözüne. Birkaç derin nefes aldı, türküsünü bu kez sadece mırıldanarak temizliğe odaklandı.
Evden yeniden-kullanılabilir iki koli eşya ve boş bir bavul dışında hiçbir şey çıkmamıştı. Kocasına yardım için seslenmek üzere yine balkona çıktığında saat tam sıfır-altı-sıfır-sıfırdı. Apartmanın bahçesine giren onlarca kedinin miyavlaması göklerde bile yankılanmaktaydı.

Fakat aşağıda bir terslik vardı. Kocasının saatlerce uğraşarak düzenlediği bahçeyi dakikalar içinde talan eden bir kediyi tekmelediğini görmüştü. Ve ne yazık ki Erman Bey, her sabah olduğu gibi o sabah da aynı saatte dışarı çıkmış ve aynı olaylara tanık olmuştu. Paniğe kapılan Faika hemen diafona koşmuştu. Seslerden anlaşılanlar tam olarak şuydu: Cüssesinden beklenmeyecek bir güçle Mustafa’yı yakasından tutarak havaya kaldıran Erman Bey, bununla yetinmemiş, bir de adamcağızın suratına tükürmüştü. “Bir daha herhangi bir hayvana, bir kertenkeleye bile dokunduğunu görürsem seni şu bahçede öldürürüm.” diye bir çırpıda kurmuştu kendi standartlarına göre fazlasıyla uzun bir cümleyi. Ve eklemişti: “Herkesin gözü önünde.”

O anda apar topar balkona fırlamıştı yine Faika. Bulduğu ilk şey olan boş bavulu almış, Yolpalas Apartmanı’nın on ikinci katından aşağıya fırlatmıştı. Hedefi Erman Bey veya kedileriydi. Ya da hepsi birden… Oysa sinirlenince tansiyonu fazlasıyla çıkan Erman Bey bir süreliğine evine dönmüş, metrelerce yükseklikten aşağıya düştükçe acımasızlığı artan bavulsa tam olarak Mustafa Tepegöz’ün bulunduğu noktayı seçmişti. Zavallı adamın kafasına isabet eden boş bavul, henüz sabunlanmış yerlerde kayarak apartmanın kenarındaki bankın altına kadar kendiliğinden gitmiş ve durmuştu.

Evet, Yolpalas Apartmanı’nın kapıcısı Mustafa Tepegöz’ün bir Mart sabahı beyin kanaması geçirerek hayata veda etmesi, bir cinayetti.

~ . ~ . ~ . ~

Faika Tepegöz, o ilk ağlama krizini geçirdiği ve ilahi bir şahıs tarafından sakinleştirildiği o Mayıs gününde, Yaşlı Adam’ın gösterdiği listeye bakakalmıştı. 24 Numara, listede yer almayan tek numaraydı.

Her şeyi bir bir hatırladı.

Ve atladı.

Rahatladı.

Emre Eminoğlu

(*) 2009, Yunus Aran Öykü Yarışması Birincilik Ödülü.

19 Mart 2010 Cuma

Kan

Ağustos 2007

Salih Arda Nazar, öldürüleceği gün sabah saat 06.30’da kalktı yatağından. Bir Marquez hayranı olarak da, büyük olasılıkla böyle başlamasını isterdi ölümünün hikâyesinin. Tüm kitaplarını okumuştu yazarın. Yalnızca, Yüzyıllık Yalnızlık kalmıştı geriye.

Popülariteyi sevmezdi. Eğer çok konuşulan bir şey varsa, soğurdu ondan. En sevdiği şarkıcının son aldığı albümünde en beğendiği şarkı ‘sanatçının son klip şarkısı’ olup da her yerde çalmaya başladığı anda bir daha dinlenmemek üzere çıkardı hayatından. Evet, Matrix’i de seyretmemişti; niyeti de yoktu. Ve bunu utanarak değil gururla bağırırdı yakınlarına. Popülariteyi sevmezdi, buydu olay! Tam da bu nedenle, okumamıştı en sevdiği yazarın en çok bilinen eserini. Uçan insanlar vardı romanda, duymuştu. Ne zaman uçan bir şey olsa, popüler olmuştu zaten. Süpermen mesela…

Her sabah olduğu gibi yine kargalar bokunu yemeden uyandı ve İstanbul’un puslu sabahlarında bir rutin haline getirdiği simit-vapur-küfür üçlemesine bıraktı kendini. Yine evinin köşesindeki simitçiye uğradı kahvaltısı olacak halkaları almak için. Bıyıklı ve göbekli adam bu en sadık müşterisi için en susamlı ve en pofuduk iki simidini ayırmıştı yine. Sonra her sabah olduğu gibi 07.20 vapurunu kaçırdı. Akbil sesi yankılandı her zamanki gibi zorunlu bir erkendenlikle girdiği bomboş salonda. Kelimesi kelimesine ezberlediği reklam panolarını okuyarak ve aslında okumaktan çok ezberini test ederek geçirdiği onbeş dakikanın ardından vapur yanaştığındaysa, yine her zamanki noktadan atladı iskele verilmesini bekleyen korkakların oluşturduğu sıraya girmeden. Ve yine yaz-kış, kar-yağmur demeden oturduğu gibi dışarıya kuruldu. Ayrımcılık yapmadığını belli edercesine yağmurlu bir sonbahar günüydü zaten. Hem de kapkara bir sonbahar günü, kaçınılmaz sonu haber verircesine.

Bir de ettiği küfürler vardı bu sıradan sabahın her-zamanki-gibi anlarında. İstisnasız her anında onunla olmuştu zaten küfürler hayatı boyunca: 3. sınıfta ilkokul öğretmenini bir fahişeye benzettiğini telaffuz ettiği için okul müdüründen dayak yediği o Salı sabahından; direksiyon başında alkollü yakalandığında trafik polisinin cinsel tercihleri hakkındaki bazı söylemleri sonucunda karakolda geçirdiği Cumartesi gecesine varıncaya kadar… Öldürüleceği günün bu ilk saatlerinde de sırasıyla çalar saate, karısına, çaydanlığa, karısına, ayakkabı çekeceğine, karısına, kapıcıya, bıyıklı ve göbekli simitçiye, bıyıklı ve göbekli simitçinin bıyığına ve göbeğine, su sıçratan arabaya, su sıçratan arabanın şoförüne, meydandaki güvercinlere, milli piyangocuya, cızırtılı ezan sesine, camiye, Allah’a, iskeleyi terketmekte olan vapura, iskeleyi terketmekte olan vapurun kaptanına, iskeleyi terketmekte olan vapurun kaptanının çaldığı vapur düdüğüne, Akbil’e, Akbil’in çıkardığı sese, salondaki gürültücü üniversite gençliğine, çocuğun birinin kulağındaki küpeye, küpeli çocuğun karşısındaki kızın eteğinin boyuna, ikisinin uluorta öpüşmesine, havaya ve yağmura küfretmişti. Son sözlerininse şansına ve hatta kendine küfretmekten ibaret olacağını ne yazık ki bilmiyordu şimdilik.
› š › š › š › š
~ . ~ . ~ . ~

Nazar Nazar, o sabah kocasını uğurladıktan ve bu görevini takiben her sabahki olağan ağlama krizlerinden birini daha atlattıktan sonra oturdu televizyonun karşısına. “Fabah Fabah”, her ortagelir-işsiz-güçsüz-evli-Türk-evkadını gibi onun da bu saatlerdeki favorisiydi. Bir de “s”leri söyleyebilse programa olan bu hayranlığını yetmişmilyonun önünde daha bir özgüvenle dile getirebilecek cesareti bularak kendinde, canlı telefon bağlantısıyla katılacaktı şenliğe.

Başına ne geldiyse “s”leri söyleyemediği için gelmişti zaten bugüne kadar. Altmışlı yılların sonlarında, çocuklara armağan edilmiş o bayramın bahar kokan sabahında, tören alanında gururla okumaya heveslendiği şiire “23 Nifan” diyerek başladığı anda tüm okul kendisine bol tükürüklü çocuk kahkahaları ile saldırmıştı örneğin. Yetmişli yılların sonlarında, içine girmeye çalıştığı o havalı grup tarafından “Rolling Ftones” dinlemediği, dinlemeyi bırakın, adlarını bile söyleyemediği için dışlanmıştı. Seksenli yılların sonlarında ise en beteri ile karşı karşıya kalmıştı felaketlerin: Bir Cumartesi günü Boğaz manzaralı bir çay bahçesinde Salih Arda adındaki o adama “Fanırım Feni Feviyorum” deyivermişti. Ve bu cümlesi ne yazık ki karşısındakine gülünç değil sempatik gelmiş, uzatıvermişti ellerini Nazar Nazar’a.

O sabah, televizyon programının konukları arasında; ailelerini gerek edindikleri meslekler, gerek edindikleri ün, gerekse edindikleri karı ve koca sayısının fazlalığıyla bir mürrüvet bombardımanına tutmuş olan Bilir Kardeşler bulunuyordu. Soldan sağa; ünlü agresif feminist yazar Oya Bilir, ünlü bilmiş sosyopat sosyolog Banu Bilir ve ünlü çapkın psikopat psikolog Kaya Bilir; tüm bilmişlikleriyle entellektüel rüzgarların esmesine neden olmuşa benziyordu stüdyoda. Hepsi birbirinden ünlü üç-beş günlük sanatçı konukların aksine karşılarında böyle bir üçlü bulmanın şaşkınlığındaki göbek-atası-olan teyzeler ise bugüne dek programın hiçbir bölümünde rastlanmamış bir sakinlikle oturuyorlardı yerlerinde. Günün konusu “Türk Kadınının Kendi Özgürlüğünü Kendi Elleriyle Reddedişi” idi. Göbek-atası-olan teyzeler, belli ki suçlamayı kabullenmiş, heyecanla dinliyorlardı Bilir Kardeşler’i. O güne dek hiçbir seyredişinde göbek-atası-olmayan Nazar Nazar’ın içindeyse bambaşka şeylerin kopmasına neden olacaktı aynı program.

Yıllarca görücü yolu gözleyerek evde dantel-örgü-kanaviçe üçgeninin iç açılarını toplamış; ne-doktorlar-ne-mühendisler-istedi-de yalanlarıyla düşlerindeki beyaz atlı bıyıklısını beklemiş ve onca bekleyişten sonra vara vara adının bir ikilemeye dönüşmesine neden olacak o adama varmıştı Nazar Nazar. Kocasını her zaman sevmişti, ya da sevdiğini sanmıştı. Kocasınınsa onu sevdiğine dair hiçbir belirti görememişti bugüne dek. En küçük bir işaret yakalayacak olmanın umuduyla, sabırla bekliyordu yirmi senedir.

Kocasının tavrını ve kendisine karşı tutumunu bir İstanbullu yüzsüzlüğüne benzetirdi. Nasıl Taksim Meydanı’nı İstiklal Caddesi’ne bağlayan o trafik ışıklarında bekleyen kalabalık, kırmızı yanıyor olsa bile hiç düşünmeden kendilerini kornalar eşliğinde arabaların önüne atıyor ve buna rağmen kendilerine yeşil yanarken geçmeye çalışan her arabaya öfke, küfür, çık-çık-çık ve ortaparmaklarla karşılık veriyorlarsa; kocası da hep talep eden ama hiçbir şey vaadetmeyenlerdendi. Evet, Bilir Kardeşler’e göre; Nazar Nazar hiçbir şey almayan, ama hep bir şeyler veren klasik bir Türk kadını figürü oluyordu bu durumda. Salih Arda Nazar yuvasının erkeği ve evinin direği olageldiğinden beri susmayı öğrenmişti Nazar. Evlenir evlenmez çocuk yapmışlar ve böylece konuşacak bir şey arama zahmetinden kurtarmışlardı zaten kendilerini cicim ayları biter bitmez. Kızları liseye başladığından beri bu dünyadaki tek uğraşı olan çocuğu da sadece akşam yemeklerinde meşgul etmeye başlamıştı onu. Ve ağlayarak karşılamıştı bu durumu. Tıpkı kocasının her küfürünü, her böğürtüsünü ve her yüz vermeyişini karşıladığı gibi...

Televizyondaki entel akademisyenler kendisini ona anlatadursun, karanlık güçler beynini ele geçirmek üzere harekete geçmişti Nazar Nazar’ın. Yirmi yıl önce hayatının karardığı o günden beri ilk defa hayatının kararma nedeninin o günün ta kendisi olduğunun farkına varmıştı televizyonun karşısında yalnız başına sabah kahvesini yudumlarken. Ve sonunda, yıllardır delicesine istediği tek şeyin kocasını öldürmek olduğunu anlamıştı.

~ . ~ . ~ . ~

Nazlı Nazar; kalem çekilmiş gözleri, simsiyah ve uzun dalgalı saçları, delik deşik yüz derisi ve simsiyah kıyafetleriyle tam bir isyankâr genç kız olup çıkıvermişti. İç dünyasının ne kadar karanlık olduğunu dış dünyaya açığa vurmanın tüm şartlarını maddesi maddesine yerine getiriyor olduğunun kanıtıydı görüntüsü. İçindeki fırtınayı sadece görüntüsüyle dışa vuruyor oluşunun kaynağıysa nefretinden çok korkaklığıydı. Bu korkaklığın ona söyletemediği, avaz avaz bağırtamadığı birçok şey vardı. Kulaklarındaysa bunların hepsini içe dönük bir aynaymışçasına davul ve gitar eşliğinde kendisine haykıran bir çift kulaklık...

Yakın çevresindeki her karanlık abidesi akranı gibi nefret listesinin ilk sırasında annesi ve babası yer alıyordu. Diğer yandan, bu ikisine olan nefretini karşılaştıran bir grafik çizilecek olsa, bu öfke aromalı pastanın tamamına yakını babasına ait olurdu. Annesinin suçu onu doğurmaktan ibaretti Nazlı’ya göre. Hatırladığı en eski anısından bugüne dek, sessiz ve zararsız bir zararlı olmuştu annesi. Babasıysa tam bir felaketti. Üç yaşlarındayken artık bacakları deliklerine sığmamasına rağmen hala ısrarla ve zorla oturtulduğu bir mama iskemlesinde çırpınırken hatırlıyordu kendini. Ve hayır; kendisine çok anlatıldığı için, fotoğrafları çok, ÇOK gösterilmiş olduğu için hatırladığını sandığı anılardan biri olarak değil, gerçekten hatırlıyordu o günü Nazlı. Babası küfrediyordu, annesi sessiz. Acıkmıştı, çırpınmaya başladı. Babası bağırıyordu, annesi suskun. Çırpınması, iskemlenin çıkardığı bir zangırtıya dönüştü. Babası öfke kusuyordu, annesi boğazına dut takılmış bir bülbül yavrusu. Mutfaktaki insan sesleri, plastik mama iskemlesinin yer fayanslarına vurarak çıkardığı sesi öylesine bastırıyordu ki; o iki insanın sesi ancak o iskemle yere devrildiğinde kesildi. Sonrasında babası sessiz, annesi ıslak… Sonrası ilk hastane tecrübesi ve bulanıklık…

Babası aksiydi, babası umursamaz. Babası problemli, babası anlayışsız... Bir insanı kötü ya da istenmez yapabilecek ne sıfat konulabilirse önüne; babasının isminin önüne hiç çekinmeden koyardı. Onu tek sevdiği anlarsa, salonda oturup sessizce kitap okuduğu zamanlardı. Ve anlayamazdı Nazlı. O kaba, o vurdumduymaz insan nasıl oluyor da kendi karısını ve öz kızını zerre kadar anlayamıyorken; Marquez’i, Kafka’yı, Camus’yü, Pamuk’u, Süskind’i, Coelho’yu, Auster’ı, Dostoyevski’yi ve daha nicesini anlayabiliyordu. Ama anlayamasa da ses etmezdi. Çünkü gün boyunca dar bir zaman dilimine, inanılmaz sayıda küfür sığdırmayı başarabilen o adam; köşesine oturup kitabını eline aldığında bambaşka biri oluveriyordu. Tek kural, rahatsız edilmemesi gerektiğiydi. Kış uykusuna yatmış vahşi bir hayvandı o; kendi haline bırkıldığında uzun süre hiçbir zararı dokunmazdı. Ama eğer mağarasını istila eder, kendisine herhangi bir müdahalede bulunmaya çalışırsanız pençeleriyle teninizi keserdi, yem olurdunuz ona. İşte babası olacak o adamın kitap okuduğu anlarda kış uykusundaki bir ayıdan tek farkı uyumak yerine kitap okuyor olmasıydı.

Lise yılları boyunca ev hapsinde tutularak gece hayatından alıkonuluşu sayesinde kolaylıkla kazanmıştı üniversite sınavını Nazlı. Şimdiyse acısını çıkarıyordu o günlerin. Dışarıya çıkamadığı ve içeride aynı frekanstan bir yayın bulamadığı için kendini ders çalışmaya vermiş, özgürlüğüne kavuşur kavuşmaz da abartmıştı özgürlük kelimesinin ifade ediliş biçimini. Birer özgürlük abidesi misali sırayla keşfettiği içki, sigara ve esrarın kızının hayatında varolduğunu öğrendiği her an ayrı birer tekme gibi inmişti annesinin kıçına. Nazlı’nınsa kıçına değil, karnına inecekti çok yakında tekmeler. Ve henüz o güne daha aylar olsa da, Nazlı ne yazık ki farkındaydı istenmeyen hamileliğinin.

~ . ~ . ~ . ~

Nazan Nazar sessizlik ve her günkü gibi işkence dolu bir sabahta İstanbul’un birçok mahallesinden daha eski annesinin odasına girdiğinde, çoktan uyanmış ve yatağında oturuyor buldu yaşlı kadını. Kalp, tansiyon ve mide ilaçlarını getirdi ve bunu her günkü gibi hiçbir zaman kullanamayacağını anladığından beri parçalarını evin gündelikleri arasına serpiştirmeye başladığı çeyizinin bir üyesi olan küçük gümüş tepside taşıyarak yaptı. İlaçların yanısıra ılık su da vardı tepside; yine çeyizinden, kristal bir bardak içinde. Yıllar önce konuşmayı bırakmış yaşlı annesinin boş bakışlarına ve ölüm sessizliğine maruz kalacağını bile bile günlük monologlarından birine daha çoktan başlamıştı.

Ellili yaşların sonuna yaklaşmaktaydı ve tüm evde-kalmış-ama-bunu-hiç-mi-hiç-umursamıyor görünümüne rağmen için için ağlıyordu geceleri kafasını yastığına bastırıp. Hayatında onu seven tek erkek olan babasının erken ölümünden sonra hayatında kalan tek ve son erkek, erkek kardeşi Salih Arda olmuştu. O da hiç kimseyi sevememe özelliğinin kanıtları arasına kız kardeşini de sokma tutarlılığını göstererek erkeksiz bir dünyada yapayalnız bırakmıştı ablasını.

Her gece ağlaması bir yana; çoğu zaman kendisini avutma başarısını gösterebiliyordu kardeşinin evliliğini izledikçe. Her gün evde yalnız başına kötü giden evliliğine ağlayıp, kocasından küfürlerle soslu binbir azar işitip, yetmezmiş gibi laf geçiremediği asi bir kızla uğraşmaktansa; evde yalnız başına hiçbir zaman var olmamış evliliğine ağlayıp, tüm bu sessizliğin içinde belden aşağısı felçli ve konuşma yetisini kaybetmemiş olsa bile bilinçli bir sessizliğe gömülmüş bu yaşlı kadınla uğraşmayı tercih ederdi. Hatta bazı anlarda Allah’a kendisine ilki yerine ikincisini bahşettiği için şükür bile ettiği olurdu. Kardeşinin aksine rakıyla yıkanmış, günaha bulanmış, her ezan okunduğunda Allah’a küfreden iflah olmaz bir kâfir değildi o. Kendisinden her istenileni yapmıyor olsa da, en azından O’nun varlığına inanması bile kardeşinden bin kat daha dindar yapardı kendisini.

Tepsiyi başucuna bıraktı, “Hadi iç ilaçlarını” dedi yaşlı kadına. Doktor, ilaçları kesinlikle kendi çabasıyla içmesi gerektiğini, böylece ölümü çoktan kabullenmiş ve canlanmak için hiçbir çaba göstermeyen bu kadının kollarını günde üç kez çalıştıracak bir egzersiz yaratılabileceğini söylemişti çünkü. Kadın ağır hareketlerle ilaçlarını ağzına götürdü, bir yudum suyla yuttu ve tekrar eski pozisyonuna geçti. Her ilaç saati sonrası olduğu gibi “Geldi mi?” diye sordu kızına.

Gelmemişti tabii ki. Aralarında sadece iki yakası birbirine iki köprüyle bağlanmış bir Boğaz olmasına rağmen kendisini yıllardır görmeyen oğlunu sayıklayıp duruyordu kadıncağız. Ve her seferinde aynı yalanla karşılık veriyordu Nazan: “Hayır. Ama yarın mutlaka gelecek.” Oysa, öğleden sonra aynı sahnenin yineleneceğine emin olduğu kadar emindi Salih Arda’nın yarın da, diğer gün de ve hatta ondan sonraki gün de gelmeyeceğine.

Kardeşinin tavrını ve ailesine karşı tutumunu bir İstanbullu yüzsüzlüğüne benzetirdi. Nasıl Kadıköy’de Rıhtım’a inen o caddede her önlerine atılan yayaya öfke, küfür, çık-çık-çık ve kornayla tepki gösteren sürücüler; başka bir gün yaya olarak çıktıkları caddede aynı şeyi yapma hakkını sonuna dek kendilerinde görüyor ve acı fren sesleriyle önlerinde zınk diye duran sürücülere nefret dolu bakışlar atıyorlarsa; kardeşi de hep talep eden ama hiçbir şey vaat etmeyenlerdendi. Evet, o anda programı seyrediyor olsa, bu durumda Bilir Kardeşler’e göre hiçbir şey almayan, ama hep bir şeyler veren klasik bir Türk kadını figürü olduğunu öğrenecekti Nazan Nazar. Kardeşi muhtemelen yıllardır arayıp sormadığı annesinin sağ mı ölü mü olduğunu bilemeyecek denli umursamaz olsa da; kadıncağıza rahmetli kocası ve rahmetli babasından kalan tüm emlakların adreslerini, kiracıların özgeçmişini ve kiraların biriktiği banka hesaplarının numaralarını ezberine kazımıştı. Ve Nazan Nazar’ın, bölünmesini hazmedemeyeceği kadar hakettiği o mirasa sahip olması için gereken tek şeyin kardeşinin ölümü olduğunun farkına varması için, Bilir Kardeşler’in Türk kadınlarını gaza getirişine sahne olan o programı seyretmesine hiç mi hiç gerek yoktu. Sadece bunu gerçekleştirmek için gereken cesaretin günün birinde sihirli bir el tarafından ruhuna yerleştirilmesi gerekiyordu. O gün, bugündü.
› š › š › š
~ . ~ . ~ . ~

İstanbul’u seviyordu Salih Arda Nazar. Yağmurlu bir sabahta daha, vapurun dışında ıslatıyor olsa da onu, seviyordu. Onu sevmeyense birçok insan vardı şu dünyada, farkındaydı. Kötü bir baba, kötü bir koca, kötü bir oğul ve kötü bir kardeşti. Ama hayat da çok iyi sayılmazdı, değil mi?

İşe yine geç kalmıştı. Her sabah kaçırdığı vapuru kaçırmasının nedeninin sakal traşı olurken kaybettiği zamandan ibaret olduğuna inanırdı. Geç geldiğinde onu bir güzel paylayan patronunun işten atma tehditlerine bir çözüm olarak traş olmadan işe gitme yöntemini bulduğunda ise, traş olmadan işe geldiği için yemişti zılgıtı. Zaman kayıpları ve zaman tasarruflarıyla ilgili geliştirdiği teoriyi ve çözüm yöntemlerini açtığında, tabii ki beklediği anlayışla karşılamamıştı göbekli, askılı ve kel adam. Üniversite mezunu oldu diye, olmayanları bir yer paspası kadar değersiz gören işverenlerden biriydi Niyazi Bey. Ama ne zaman ki Salih Arda Nazar edebiyat konusunda kendisine meydan okumuştu; işte o gün şaşırmış ve girdikleri diyaloğun içinde adeta kaybolarak, genç adamın engin yazın bilgisine bizzat şahit olduktan sonra sevmeye bile başlamıştı bu çalışanını. Bugüne kadar onu kovmamış olmasının nedeninin de bu sevgiyle bir hayli alakası vardı.

Patronu bir yandan bir kez daha geç kalan ve artık genç olmayan bu adamı paylarken bir yandan da o günleri düşünedursun; Salih Arda Nazar içten içten işine, işe girdiği güne, işi girdiği günkü aklına, patronuna, patronunun göbeğine, patronun göbeğini yerinde tutan askısına, patronunun kel kafasına, istismar edilen toleranslara ve işe-geç-gelme-hakkı-olan-biri-varsa-o-da-patrondan-başkası-olamaz kuralına küfrediyordu. Sonra aklına Niyazi İnsanı’nın geçen ay söyledikleri geldi: “Bu aylık sadece maaşını kesiyorum, önümüzdeki ayın herhangi bir günü hele bir geç kal, ertesi günü buraya kadar zahmet etmene hiç gerek kalmayacak.” Bakışlarını telaşla kol saatinin, ayın hangi gününde olduklarını gösteren kutucuğa çevirdi. “1” ibaresini gördüğü ve bunu takiben her şeyi anlayıverdiği sırada Niyazi Bey’in de tam olarak aynı şeyden söz etmekte olduğunu anlayamayacak kadar kötü hissediyordu kendini.

Eşyalarını Amerikan filmlerindeki gibi kucaklayabileceği şirin bir koliye değil, iki adet buruşuk Migros poşetine doldurdu ve terketti yirmi beş yıldır çalıştığı ve nazını çektiği o mekânı. O kadar bitkindi ki gitmesi kendi evine gitmekten daha kolay gelen annesinin evine gidip bir koltuğa uzanmayı bile düşündü. Ama neyse ki, böyle bir şey yapması halinde suratında güller açacak olan ve bir yandan da gözyaşları yanaklarından süzülecek annesi oğlunu kucaklarken; yıllarca biriktirdiği tüm nefretiyle ablasının onu sırtından bıçaklayacağı sahne gözünün önüne gelebilecek denli yerindeydi bilinci. İskeleye yürüyemedi. Onun yerine işyerinin hemen önünden, İstanbul’un trafiğinin tüm çekilmezliğini göze alarak, karşıya geçen ilk otobüse atladı.

Evine mümkün olduğunca yakın bir durakta inmesine rağmen, yürüyecek gücü hâlâ bulamıyordu kendinde. Taksi beklemeye karar verdi. Ve o anda olan oldu: Ispartalılar Yardımlaşma ve Dayanışma Derneği’nin bulunduğu binanın tepesinden düşen ve kim tarafından ya da hangi nedenle döküldüğü hiçbir şekilde anlaşılmayan bir kova dolusu gül yaprağı popstar kliplerine yakışır bir görüntü ile havada daireler çizerek yağdı Salih Arda’nın kafasından aşağı. Bu pembe, bu al ve bu kokulu yağmurun ardından; bu kez kovanın kendisinin, yıkılmış, yorgun, güçsüz ve bir o kadar şaşkın adamın kafasına metrelerce yüksekten düşmesiyse onu yere yıkmaya yetmişti. Gül yapraklarına bulanmış, elindeki iki Migros torbasıyla Şişli’nin en işlek köşelerinden birinde boylu boyunca yatan Salih Arda Nazar; her gün İstanbulluları güldüren binlerce ironik ya da trajikomik görüntüden birisi oluvermişti aniden.
› š
~ . ~ . ~ . ~

Kocasının bir top-model edasıyla Şişli Belediyesi kaldırımlarında uzandığından habersiz olan Nazar Nazar, onu öldürme planlarını yapmak ve bunu düşünmenin getirdiği nefes darlığından kurtulmak için sokaklarında yeni açılan muhallebiciye gitmişti. Bu nedenle birkaç dakika sonra hayırsever bir vatandaşın saatlerce ısrarla çaldırdığı ev telefonunu asla açamadı. Şişli esnafından olan hayırsever vatandaş, kafasında bir torba buzla bir sandalyeye oturtmuş olduğu adamın cep telefonunu karıştırırarak “Ev” ibaresini bulmuş ve yeşil tuşa basmış; fakat bir yakına ulaşma çabalarının ilki sonuç vermemişti.

Kocasına olan nefretini ve her gün televizyon, ocak, çamaşır makinesi, ütü, bulaşık makinesi, mutfak tezgahı ve lavabo önünde döktüğü gözyaşlarını dizginlemenin tek yolunun onu kendi elleriyle öldürmek olduğuna inandığı anda evden çıkmıştı Nazar Nazar. Sonrasında kendini bu muhallebicideki bir sandalyede otururken bulmuş; elindeki poşetin içinde henüz paketleri açılmamış yepyeni, boy boy bıçakları gördüğünde neye uğradığını şaşırmış ve neye uğradığına bir açıklık getirebilmek için ilk tatlısını sipariş etmişti.

Nazar Nazar’ın canı, bugüne dek zor bir durumla karşılaştığı her anda olduğu gibi sütlaç çekmişti. Kısacası, o an bir muhallebicide oturuyor olması kadar doğal bir şey olamazdı. Fakat tek engel “Fütlaç” sipariş etmenin doğurabileceği gülünç durumun ensesinden akıttığı soğuk terlerdi. Bunu geciktirmek için sipariş ettiği ilk tatlısı kazandibi ile zihnini yeterince açamamış, sütlaç özlemini de tabii ki dindirememiş olan Nazar Nazar, şansını bir de keşkülle denemişti. “Fütlaç” isteyecek cesaretiyse ancak onun üzerine bir de tavukgöğsünün tadına bakınca bulmuştu kendinde. Tez zamanda kanına karışacak olan şeker miktarının metabolizmasına nasıl bir zarar vereceğini ise hesap etmemişti nedense. Oysa Nazar Nazar’ın henüz haberi olmasa da; kocasının öleceği o gün, on üç yıl sonra kendi ölümüne neden olacak olan şeker hastalığının tetiklenmesine kendi elleri, ağzı ve boğazıyla yol açtığı gün olarak geçecekti kişisel tarihine.

Saatlerce aynı noktada kan şekerini yükseltmeye devam ederek oturduktan sonra kurguladığı plan, kendince kusursuzdu. Kocası işten döndüğünde her şey normalmiş gibi davranacak; vahşi hayat arkadaşı duştan çıkıp, Türk veya Dünya edebiyatının seçkin örneklerinden biri ile mağarasına çekildiği anda yepyeni bıçaklarıyla saldırıya geçecekti Nazar Nazar. Kocasının okurken girdiği dünya, kendisini dış dünyaya kapamaya yetiyordu ve ona dokunmadıkça ya da bir şey söylemedikçe vücudunun hiç bir parçasını sayfa çevirmek dışında kıpırdatmıyordu ne de olsa. Bu kez ona dokunduğundaysa, bıçaklar çoktan iç organlarını doğramış olacak, hiçbir küfür sarfetmeye fırsatı olmayacaktı zavallı adamın.

Evet; Nazar Nazar, o gün saat 18:30’da öldürecekti kocasını.

~ . ~ . ~ . ~

Babası aksiydi, babası umursamaz. Babası problemli, babası anlayışsız... Ve bir başka sıfat vardı ki babasının isminin önüne koyulabilecek, her gün daha bir açgözlülükle daha fazlası istenen bağımlılık yaratıcı o özgürlük maddesinin kışkırtıcı etkisiyle bunu kanıtlamak için yanıp tutuşuyordu Nazlı Nazar. Babası, ölümlüydü.

Bu fikir uzun zamandır kurcalıyordu genç kızın beyin kıvrımlarını. Değil hamile olmak, erkek arkadaşıyla yattığını; hatta değil aynı odada uyumak, öpüştüğünü duysa deliye dönerdi babası. Kızının erkek arkadaşı olduğunu öğrendiği genci dövdürttüğü günden beri, Nazlı daha asi olmuş, Salih Arda Nazar da kızının hayatını lise yıllarındakinden daha beter bir zindana dönüştürmek için elinden geleni yapmaya başlamıştı. Bir hafta odasına kapatıldığında bileklerini kesmesinin de, hastaneden çıkınca tekrar odasına kapatıldığında bir şeyler yemeyi kestiği için fenalaşmasının da, tekrar hastaneden çıkıp özgür bırakıldığında haftaların özlemi ve azgınlığıyla hiçbir önlem almadan sevgilisinin koynunda akılalmaz cambazlıklar yapmasının da suçlusu babasıydı. Bu durumda karnındaki istenmeyen canlının da tek sorumlusu babasından başkası olamazdı.

Okulun kapısından çıktığı anda sabahtan beri yağmakta olan yağmurun eseri ıslak ve kaygan zemini unutarak bir hız gösterisi yapmaya çalışan ikinci sınıflardan birinin kullandığı siyah Alfa 147, Nazlı’nın gözleri önünde sokakta beklemekte olan kamyonete çarptı. Çarpmanın etkisiyle kasasında yüklü olan borular dört bir yana saçılan kamyonetin şoförü, olanları gördüğünde Nazlı’nın babasınınkilerin yaratıcılığıyla kıyasladığında kendisine oldukça sıradan gelen bir dolu küfürü sıralayarak aracının yanına geldi. Nazlı o gün orada dururken, aynı adamın kullandığı aynı kamyonetin on üç hafta sonra aynı sokakta kendisine çarparak ölümüne neden olacağındansa tabii ki habersizdi.

Ve o an, olay yerinden yuvarlanarak önce sola, sonra sağa sonra tekrar sola dönen, sokağın karşısına geçen, kaldırıma çıkan, karşı yönden gelen öğrencilerin ayaklarına takılmamaya çalıtığından etrafında fır dönen küçük bir boru parçası, Nazlı’nın ayağının dibine kadar geldi. Ve Nazlı, bunu farkettiğinde; o boruyu babası işyerinden dönmüş duş alırken gizli ve sessizce girdiği banyoda adamın kafasına geçirip; sonrasında saç kurutma makinesini fişe takarak adamın baygın vücudunun yattığı küvetin içine bırakacağı sahneyi zihninde canlandırdı. Gülüyordu, planı kendince kusursuzdu.

Babasının tüm kıskançlığına ve sahiplenişine rağmen her duşa girişinde “yanlışlıkla” süsü vererek içeri dalıp, kızının olgunlaşan güzel vücudunu seyrettiğininin ne kadar farkındaysa, her hafta bir tanesi eksilen iç çamaşırlarının nereye kaybolduğunun da farkındaydı. Düşünmek bile istemediği dehşet verici bir başka sahnenin gerçekleşmesini hiçbir zaman istemediğinden, kızlığının bozulduğunu hayatındaki en değerli sır olarak saklıyordu babasından. Ve ayağının dibinde duran küçük ve kısa boru parçasıyla zihninde canlandırdığı bu cinayet sahnesinin en güzel yanı; uğradığı tacizlerin öcünü alırcasına onlarla aynı mekanda gerçekleşiyor olmasıydı.

Evet; Nazlı Nazar, o gün saat 18.20’de öldürecekti babasını.
› š ›

~ . ~ . ~ . ~

Kardeşinin, güllaç hazırlarken kullandığı gül suyuna batırılmış yufka dilimleri gibi Şişli’nin işlek bir caddesinde uzandığından habersiz olan Nazan Nazar, onu öldürme planlarını yapmak ve bunu düşünmenin getirdiği nefes darlığından kurtulmak için felçli annesini uyutarak, yan sokaktaki parka gitmişti. Bu nedenle, ailenin suskun gelinini arayan aynı hayırsever vatandaşın saatlerce ısrarla çaldırdığı ev telefonunu o da asla açamadı. Hayırsever vatandaş, “Ev” ibaresinden umudu kestiğinde bu kez “Anne” anahtar sözcüğü ile karşılaşmış ve hattın ucunda karşılaşacağı ve yaşlı olduğunu düşündüğü hanımefendinin, vereceği haber üzerine bir kalp krizine maruz kalmaması için en uygun sözcükleri aramaya koyulmuştu. Bulduğundaysa, bir kez daha yeşile basmış ve yeni bir bekleyişe başlamıştı.

Baba yadigârı tabanca, yıllardır durduğunun aksine salondaki büfenin çekmecesinde değil, Nazan Nazar’ın çantasında duruyordu şimdi; çantası da kucağında. Nazan Nazar’ın kendisiyse endişeli ve boş bakışlarla parktan gelen geçeni seyrediyordu oturduğu banktan. Sanki çantayı bile görmeleri halinde niyetini anlayacaklarmış gibi, görünmemesi için çantasının üstüne kapanıvermişti. On üç ay sonra başlayacak bel ağrılarının sonucunda gideceği doktorun sarfedeceği “ameliyat” sözcüğünün gerçekleştiği gün ameliyathaneden asla çıkamayacağını ve tüm bunlara o gün saatlerce kıpırdamadan parktaki bankta o pozisyonda oturuşunun neden olacağını ise hiç tahmin edemezdi Nazan Nazar.

Kararı kesindi, planıysa kusursuz. Birazdan gelecek ilk otobüse atlayarak Avrupa Yakası’na geçecek, kardeşi işten döndüğünde binanın girişinde onu bekliyor olacak ve apartmanın kapısı açılır açılmaz ateş edecekti. Böylece hem yılların nefretini bir kurşunla kardeşinin kalbine, beynine ya da neresine denk gelirse püskürtmüş olacak; hem de –Allah gecinden versin- annesi öldüğünde, dedesi ve babasından aileye kalmış olan mirasın tek varisi olacaktı.

Evet; Nazan Nazar, o gün saat 18:10’da öldürecekti kardeşini.
š ›

~ . ~ . ~ . ~

Salih Arda Nazar, Şişli esnafından olan hayırsever vatandaşa tüm kibarlığıyla teşekkür etti ve üzerindeki son gül yapraklarını da dükkânın zeminine silkeleyerek saatlerdir oturduğu sandalyeden kalktı. Saatler önce işten kovulduğunu kavramasına neden olan kol saati, tam olarak 17.12’yi göstermekteydi.

İçinde bulundukları kovanın darbesi olmasa, gül yapraklarının kafasına yağdığı o anın tüm moralini yerine getirdiğini söyleyebilecek ve hatta mutlu görünecekti Salih Arda Nazar. Gerçekten de, bir değişiklik hissediyordu o dramatik andan bu yana. Ve işin garip tarafı, onu tanıyanlar tarafından da farkedilebilecek bir değişimdi bu: Salih Arda Nazar, üç buçuk saatten fazladır küfür etmemişti. Gül yapraklarının mucizevî bir şekilde değiştirdiği bu adam, artık mutluydu sanki. Yeni bir hayata başlamak ve bu hayatında iyi bir insan olmak istiyordu Salih Arda Nazar. Bu kararını ölümünün kaçınılmaz olduğu tek günde verdiğini ise ne yazık ki bilmiyordu.

Tam o anda dükkân sahibi seslendi arkasından: “Yakınlarınızı aramaya çalıştım, fakat ulaşamadım. Endişelenmişlerdir.”

~ . ~ . ~ . ~

Nazlı Nazar, eve gelip de babasının apartman önündeki kanlar içindeki cesedini gördüğünde, halasının beş dakika önce gözyaşlarıyla sokaklarından koşarak uzaklaştığını bilmiyordu. Cansız adamın üzerinden atlayarak ve kendisine sorular sormaya niyetli gözüken ahalinin arasından sıyrılarak koşar adım çıktı merdivenleri. Kapı açık değildi, çalan zil de bir sonuç getirmediğine göre annesi de evde değildi. Tekrar dışarı çıktı, orada da yoktu yeni-dul annesi. Elindeki boruyu kimseye farkettirmeden apartmanın önündeki çöp kutusuna attı. Polis henüz gelmemişti ve geldiğinde soracakları muhtemel sorulardan kaçmak için, okuldan neden erken çıktığını açıklamamak için hemen uzaklaştı oradan. Yalnız bıraktı babasını.

~ . ~ . ~ . ~

Nazar Nazar, eve gelip de kocasının apartman önündeki kanlar içindeki cesedini gördüğünde, görümcesinin on dakika önce gözyaşlarıyla sokaklarından koşarak uzaklaştığını bilmiyordu. Cansız adamın bedeninin yanında diz çöktü hemen. Düşündükleri için kendini suçlamaya başlıyordu ki, elinde tuttuğu torbanın günah dolu içindekiler listesi geçti zihninden satır satır. Kendisine sorular sormaya niyetli gözüken ahalinin arasından sıyrılıp koşarak uzaklaştı oradan. Elindeki torbayı kimseye farkettirmeden sokağın başındaki çöp kutusuna attı. Polis henüz gelmemişti ve geldiğinde soracakları muhtemel sorulardan kaçmak için, evde olması gereken bu saatte neden evde olmayıp olanlara tanık olmadığını açıklamamak için hemen uzaklaştı oradan. Yalnız bıraktı kocasını.

~ . ~ . ~ . ~

Nazan Nazar, yıllardır uğramadığı o sokağa girip de kardeşinin apartman önündeki kanlar içindeki cesedini görmeden önce, adamın her günkü rutininden saparak erkenden eve geldiğini bilmiyordu. Kimse fark etmemişti henüz olanları, etraf sakindi. Bir an bile duraksamadan aynen geri döndü ve koşarak uzaklaştı oradan. Çantasındaki baba yadigârı silahı ilk gördüğü çöp kutusuna atmaya kıyamadı. Eve döndüğünde onu yıllardır durduğu yere geri koymaya ve bir daha asla çıkarmamaya karar verdi. Ve gitti, yalnız bıraktı kardeşini.

~ . ~ . ~ . ~ › š

Salih Arda Nazar yeni hayatına başlamış olmanın içine soktuğu Polyanna’yı bir anda karabasana dönüştürecek laflarını duyduktan sonra dükkân sahibinin, evine döndü. Ve yüzleşmeye başladı anılarıyla. Her anı bir adım daha attırdı ona, her adım bir anıyı getirdi aklına. Tüm evi dolaştı. Karısını dövdüğü, karısına sövdüğü her noktayı, yemeği beğenmediği için karısına fırlattığı tavanın kırdığı aynanın durduğu duvarı, annesini umursamadığını yüzlerce kez küfürlerle ablasına haykırdığı telefonun durduğu köşeyi, kızına yaptığı her pisliğin gerçekleştiği mekânı ve her bir parçası aklına geldikçe içini daha fazla kemirmeye başlayan tüm geçmiş zamanlarını gördü evin duvarları arasında. Hayır, emindi, kimse endişelenmemişti yokluğunda. Ölse bile umurlarında olmazdı, sevinirlerdi hatta.

~ . ~ . ~ . ~ › š

İnsanın kendi canına kıyması, birçok kültürde, birçok dinde “cinayet” olarak anlatılırdı. Gerçeklerle yüzleşmekten kaçtığı çaresizlik anları onu bu günahı işlemeye iter ve ister beynini delen bir kurşunla, ister tavana astığı bir halatla, ister bilek damarlarını parçalayan bir jiletle olsun bir sonuca varacağını düşündürürdü ona. Bazen de kendini boşluğa bırakırdı insan; tıpkı gözyaşları içinde dördüncü kattaki evlerindeki salonun balkonundan, şansına küfrederek kendini aşağı bırakan Salih Arda Nazar gibi.

Evet; Salih Arda Nazar, 17:50’de öldürdü kendini.

Okumuş olsaydı en sevdiği yazarın en ünlü kitabını, büyülü gerçekliğe çok daha fazla inanır, ağzından çıkan “keşke”ler eşliğinde siler tüm anılarını, sokağın ıslak asfaltından beynine doğru akıttırırdı kanını. Ama ne yazık ki bu mümkün olmadı. Çünkü yüzyıllık yalnızlığa mahkûm edilenlerin, yeryüzünde ikinci bir deney fırsatları olmazdı.


Emre Eminoğlu

24 Ocak 2010 Pazar

Portakallar

PORTAKALLAR(*)

Nisan 2007

“Rüzgârlardan rüzgârlara yıkım gelmez hiçbir zaman

O çocuklar o portakalları ölür de yemez”

(Afşar Timuçin, Bir Akşamda Çocukların Türküsü)

Yakup o sabah bundan önceki sabahlarda hiç olmadığı kadar kararlı uyandı uykusundan. “Korkacak bir şey yok ki!” dedi kendi kendine. Belki de biraz yüksek sesle söylemişti bu ‘kendi kendine’ kısmını ki; oduncu babasının büyük bir geleneksellik ve sıradanlıkla adını koyuverdiği Karabaş kıpırdanmış ve kafasını ona doğru çevirmişti havasız odanın yarı-aydınlığında.

Yedi kardeşin en küçüğü değildi Yakup. Bu nedenle en çok üzerine düşülen; köy şartları, odunculuk piyasası ve aile bütçesi elverdiğince her istediği yapılan o değildi. Yedi kardeşin en büyüğü de değildi Yakup. Ve bu yüzden yedi köşeli bu kardeşliğin içinde en çok sözü geçen de o değildi ne yazık ki. En yakın kasabaya gitmek için o lanet olası, upuzun, korkutucu yoldan geçmeyi gerektiren bu köyde tıkılıp kalmıştı. Ergenlik sorunlarıyla başa çıkabileceği en son yerde…

Öyle her köy çocuğununkinden ibaret de değildi hani ergenlik sorunları! Ne dayısının oğlu Yusuf gibi muhtarın kızını düşlemekten aklı bir karış havada geziniyordu ortalıkta; ne de komşunun oğlu İbrahim gibi kendisinden nefret etmekle meşguldü. Hem bunlar bile zordu bu ufacık köyde: Ne şehirli çocuklar gibi özgürce koşulabilirdi sevdiğinin peşinden; ne de doğru düzgün depresyona girilebilirdi, kapanıp ağlayacak kadar kişisel bir alan vaat edilmediği için her birine. Yakup’un dertlerinin sayısı ‘bir’ ile geçiştirilemeyecek denli büyük olmakla kalmayıp, ‘pi’ sayısı kadar da karmaşıktı hâlbuki. 15 yaşındaydı sadece… Ve 15 yılda; cami başına 10 hane düşen bu köyde Allah’ın varlığını sorgulayabilen tek insan olmanın zorluklarını, gazetelerin bir gün sonra ulaştığı dört televizyonlu bir köyde sinemacı olma hayallerinin gerçekleşebilmesinin imkânsızlığıyla aynı kazanda eritmeyi başarmıştı. Aynı kazana bir de kıllı birer maymun gibi dolaşan akranları arasında sakalları ucunu göstermeyen tek canlı olmanın dayanılmazlığı eklendiğinden, köyün en yaşlı insanlarından bile daha yorgun ve yaşlanmış sayılabilirdi Yakup.

~ . ~ . ~ . ~

Karabaş’a bir “şşşt!” çekerek doğruldu yatağın içinde. Sessizce kalktı yattığı yerden ve yatmadan önce hazırladığı günlük olmaktan en uzak kıyafetlerini geçirdi üzerine. Almanya’dan ziyarete gelen eniştesinin armağanı kot denilen havalı pantolonunu ve bayramlık beyaz gömleğini hazırlamıştı. Bir de yazın köyün etrafındaki yamaçlardan gelen ürpertici rüzgârdan, kışınsa soğuğun ta kendisinden korumak için dikilmiş olan siyah hırkasını… Ve gece herkes uyuduktan sonra, karanlıkta hazırlamıştı tüm bunları. Özenle seçtiği – ve annesinin muhtemelen bayram gibi mübarek bir günün dışında üzerinde görmesi halinde kıyameti koparacağı – kıyafetlerini ve yaz-kış demeden her gün omzunda taşıdığı sırt çantasını… Harekete geçti; artık kaybedecek zamanı yoktu, olmamalıydı. Kardeşi Fatma’nın parmaklarına basmamak ve her gözünü açışında köyün tüm müezzinlerinin toplamı bir desibelde ağlayan küçük Ali’yi uyandırmamak için akıl almaz bir titizlik gösteriyordu. Adeta yavaş çekimde hareket ediyordu.

Bu çekim tekniğinin ve daha birçok başka sinematografik terimin adını saplantı derecesindeki sinema merakına borçluydu Yakup. Sinemaya ilk kez 6 yaşındayken gitmişti. Titanik’ti filmin adı. Zorlu bir yolculuk sonunda ailece Kasaba’ya uğradıkları nadir hafta sonlarından biriydi. Kasaba’daki tek sinemanın girişinde kocaman harflerle ‘11 Oskarlı’ yazıyordu. Hemen altındaki ‘Ölümsüz bir aşk hikâyesi’ ibaresi ise ailesinin o salona girmemesi için başlı başına bir nedendi. Kaldı ki, sinemayla hiçbir zaman tanışmamıştı Yakup’un ailesinin fertleri. Yakup o günlerde ailenin en küçüğü olmanın verdiği şımarabilme ayrıcalığından faydalanarak, piknik yapmakta olan ailesinin kaba reisinden lunaparka gitmek üzere izin almayı başarabilmişti. Oduncu babası onun bir atlıkarıncada dönüp durduğunu sanadursun; yasak olanın cazibesi, 6 yaşındaki zihninin derinliklerindeki merakla birleşince kendini Lale Sineması’nın beşinci sırasının 6 numaralı koltuğunda buluvermişti Yakup.

Yıllar boyunca, her Kasaba ziyaretlerinde Lale Sineması’na kaçmıştı. Kardeşlerini lunaparka götürme görevi kendisine verildiğindeyse her şeyin farkında olan ablası yetişmişti imdadına ve yine aynı koltuklara kaçmıştı. On yıl sonra, biliyordu artık ‘Oskar’ın ne demek olduğunu. Onlarca film görmüştü, hepsini ezbere biliyordu. Gazetelerden ‘sinema’ anahtar sözcüğünün geçtiği her haberi defalarca okuyordu. Etraftan bulduğu eski metal ve elektronik parçalarıyla dış görünümü kamerayı hatırlatan bir de oyuncak yapmıştı kendine. Gerçek bir kameranın yaptıklarını yapamasa da, istediği her şeyi kaydedebileceğine inanıyordu bu kamerayla Yakup. Hayatı bir filmdi onun! Ve artık zamanının geldiğine inanıyordu: Kasaba’ya gidecek, ilk İstanbul otobüsüne atlayacak ve yıllardır biriktirdiği tüm parasını bu yılki Film Festivali’nde harcayacaktı.

~ . ~ . ~ . ~

Sabahın ilk ışıklarıyla dışarıya çıktığında, kapıdan baktıran Mart’ın son günlerinde yeniden boy gösteren soğuk hava yüzünü bir bıçak gibi kesti Yakup’un. Fakat planlarında olmayan bu meteorolojik değişim bir an olsun tereddüde düşürmedi onu. Çok az da olsa korku vardı içinde, ama umudunu asla kaybetmeyecekti. Başına her ne gelirse gelsin İstanbul’a ulaşacak, sinemanın önündeki bilet kuyruğunda yerini alacak ve parası yettiğince film seyredecekti. Kimseye haber vermeden çıkmış olduğu bu yolculuğun onu en çok korkutan süreciyse Kasaba’ya varıştı.

Evleri köyün Doğudaki Orman’a en yakın hanesiydi; yani diğer evlere göre yamacın en yüksekteki noktasına kurulmuş olanı. Dere kıyısına inmek sorun değildi. Bunu kimseye görünmeden yapmaksa, neredeyse bir mucizeyi gerektiriyordu. Köprü’yü geçtikten sonra Batıdaki Orman’ın içine dalması, son yıllarda köydeki motorlu taşıt sayısındaki gözle görülür artışa rağmen halen dar olan orman yolunda ilerlemesi ve son olarak Fabrikaların Olduğu Yer’den geçerek Kasaba’ya sağ bir şekilde adım atabilmesi gerekiyordu. Ailecek bunu yıllardır çok kez yapmışlardı. Yolculuk en fazla yarım gün sürüyordu yürüyerek. Ama bu kez Yakup tek başınaydı, oysaki korkularını yenmesi için ona yardım edebilecek tek bir türkü bilmiyordu başından sonuna dek. Beyninin kıvrımlarını işgal eden tek şey filmlerdi.

~ . ~ . ~ . ~

Yakup kimseye görünmeden Dere’ye ulaşmayı başaramadı. Onu önce yengesi, sonra da İbrahim’in annesi görmüştü. Olaylar, sırasıyla köy meydanında ve Dere’ye giden son sokakta gerçekleşmişti. Yakup ise bu kadınları sırasıyla İbrahimgillere ve Yusufgillere gitmekte olduğuna inandırmıştı. Analitik düşünen bir çocuktu ve planlamıştı her şeyi: Kaybolduğunun farkına varan ailesi köyde ufak çaplı bir sorgulamaya girişecek, Yakup bir türlü ortaya çıkmayınca ortalık gerginleşecek ve zaten arası bozuk olan akrabalarının ve komşu ailenin arası bozulacaktı.

Tam o anda sabah ezanı okunmaya başladı, ortalıkta neden hiç erkek olmadığını da açıklayan bu ses; Yakup’un planının kusursuzluğunun başka bir kanıtıydı sanki. Fakat insanları birbirine düşürmenin, hele ki bunu kendi çıkarları için isteyerek yapmanın ne derece günah olarak sınıflandırılacağını sorgulamadan da edemedi. Ama içindeki küçük ateist ağır bastığı saniyede ezan sesine aldırmaksızın gaz çıkarmadan da duramadı. Ve annesinin kaotik sesi yankılandı kulaklarında: “Allah’ın gücüne gider terbiyesiz!”.

Dere’ye ulaşmasına çok az kaldığı bir noktada, Musa Efendi’nin çeşit bakımından lüküs semt pazarlarını aratmayan tezgâhı tüm rengârengiyle karşısındaydı. Susamıştı Yakup. Tezgâhının başında uyumakta olan Musa Efendi’yi su istemek için uyandırmasıysa ona bir başka yalan olarak geri dönecekti muhtemelen. Zekâsının kıvraklığını bir kez daha ortaya dökerek; karşılaştığı ufak çaplı sorguya İbrahimgiller’den çıkıp, Yusufgillere doğru gittiği şeklinde yanıt verdi. O anda parlayıverdi Yakup’un gözleri. Yaşlı adam tezgâhın altından çıkardığı bardağa su doldurmaktayken, onun bakışları tezgâhın sağ ön tarafındaki portakallarda takılı kalmıştı.

Portakalların çok özel bir yeri vardı Yakup’un küçük metraj dünyasında. Turunçgillerden bu turuncu organik küreler; sevdiği bir meyve olmanın yanı sıra, bir hayalin simgesiydi çünkü onun için. Antalya Altın Portakal Film Festivali’nin adını duyduğunda, henüz yeni başlamıştı sinema sevgisi küçük bedenini işgal etmeye. En sevdiği meyveyi, kocaman ve altından düşlemek mest etmişti onu. Yıllar geçtikçe ödülün sanatsal değerini de anlamaya, daha da önemlisi ödüllendirilmenin sosyal önemini kavramaya başlamıştı. İşte ondan sonra girmişti aklına ve hayallerine; şu an çantasında taşıdığı gibi hurda yığınından bir oyuncakla değil, gerçek bir kamerayla gerçek bir film çekmek ve altından bir portakala sahip olmak.

~ . ~ . ~ . ~

Musa Efendi’nin verdiği portakalları çantasına attığından birkaç yüz adım sonra çalıların ardından Dere’nin seslerini duymaya başlamıştı Yakup, o ıslak çizgiyi göremiyor olsa bile. Zaten sabahın erken saatlerinde köyün bu alçak kısımlarını kapladığını adı gibi bildiği sis nedeniyle görebileceği yerlerden de göremeyecekti onu büyük ihtimalle. Ama bu sis korkuturdu Yakup’u. Küçüklüğünden beri başına ne kötülük geldiyse, sisle bağlantılıydı bir şekilde. Sünnetçi Davut Amca onunkini keserken yanındaki adamlara yolların sis nedeniyle kapanmış olduğundan bahsetmiş, ninesinin hastalığı sisli bir havada başlamış ve bir yaz çubuk dondurmasından çıkan bedava şansını sisli bir havada Dere’ye düşürmüştü örneğin.

Korkularını yenmek için yanına aldığı Kamerasını çıkardı çantasından hemen ve etrafı çekmeye başladı omzuna yerleştirdiği oyuncağıyla. Hayal gücünün tam kapasiteyle çalıştığını hissetmek adımlarını sıklaştırmasını ve rahatlamasını kolaylaştırmıştı. Ve gördü onu: Uzakta bir kız oturmuş ağlıyordu. Ona doğru ilerledi, neden ağladığını sordu ve o anda fark etti Dere’nin ortasında duran devasa buzdağını. Islak kıyafetleriyle bu genç kız, sevgilisinin adını sayıklıyordu. Yakup’un içi parçalandı Dere’de yüzen her tahta parçası için kızın gözünde bir damla yaş olduğunu gördüğünde. Yanına oturdu. Elmaslardan klasik müziğe, sınıf farklılıklarından Amerika’ya kadar hiçbir fikri olmayan konularda onunla sohbet ederken buldu kendini. Ve sonra havada patlayan işaret fişeğini gördüğünde kızla vedalaştı Yakup: “Artık güvendesin, birazdan seni kurtarmaya gelirler. Benim gitmem lazım.”

Kamerasını omzundan indirdiğinde sis hâlâ dinmemişti. Fakat artık Köprü, tam önünde duruyordu. Küçük bir köprüydü bu, yalnızca yayalar için yapılmıştı. Köye girmek isteyen taşıtların daracık orman yolundan gelmiş olmaları yetmiyormuş gibi bir de dolanarak Dere’nin aşağısındaki büyük köprüyü kullanması gerekiyordu. Köprü’nün ilk basamağını çıktığı andan itibaren sisin nemli dokunuşu gitgide daha fazla belirginleşmeye başladı. Ve Kamerasını kaldırdı yine Yakup. Omuzlarına temas eden metali hisseder hissetmez de Dere’nin yukarısından gelen korsan gemisini gördü. Yelken direkleri köydeki tüm minarelerin toplamından bile yüksek; gövdesi köydeki tüm evlerin toplamından daha büyüktü sanki. Sisin ardından gözüken her ayrıntısı büyülüyordu Yakup’u. Ağzı açık bir şekilde Köprü’nün halatlarına tutunmuş gemiyi seyrederken arkasından duydu o sesi: “Hey, romun var mı?”.

Romun tam olarak ne olduğunu henüz keşfedememiş olan Yakup’un bugüne kadar içkiyle tek münasebeti, ağrısına karşı ablası tarafından dişine sürülen rakıdan ibaretti. Zaten dağın başındaki o köyde, rom ne gezerdi keşfetmiş olsa bile. Fakat bunların hiçbirini düşünmedi o anda. Yüzlerce boncuktan dizilmiş kolyeleri, uzun ve yağlı saçları, yüzükleri, etrafı simsiyah gözleri ve yırtılmış kıyafetleri ile tüm endamıyla karşısında duruyordu Kaptan Jack Sparrow! Kim aldırırdı romun ne olup ne olmadığına! “Yok…” dedi pastadan evi henüz görmüş bir Gretel ses tonuyla, gerçekten büyülenmişti. “Peki, öyleyse...” dedi korsan, çürümüş dişlerini gösterdiği bir sırıtmanın eşliğinde, “ne işin var burada?”. Yakup Kasaba’ya ulaşmaya çalıştığını söyledi ve yardım istedi kahramanından. Fakat sadece Köprü’nün sonuna kadar yardım edebileceğini söylemişti karşısındaki. Olsundu, en azından karşı kıyıya geçtiğinde azalacaktı sis ve azalacaktı korkusu. Her şeyden önemlisi, biraz daha yaklaşacaktı hayallerine.

Kaptanla vedalaştıktan sonra indirmişti Kamerasını Yakup. Karşı taraftaydı ve geriye sadece, sırasıyla Batıdaki Orman ve Fabrikaların Olduğu Yer’den geçen yolu takip etmek kalmıştı. Ürkek adımlarla orman yoluna girdi. Sisin azaldığını gördükçe azalan korkuları, ne yazık ki doğanın ürpertici sesleriyle aynen geriye geliyordu birer bumerang gibi. Hemen tepesindeki ağaçtan gelen karga seslerini duyduğunda iyice huzursuzlaşmıştı ve kendini bir kez daha Kamerasına sarılmaktan alamadı.

Yakup, akranlarına göre uzun bir çocuk sayılmazdı. Fakat karşısında kendisinden yaşça büyük olduğunu anlayabildiği halde daha kısa olduğunu fark ettiği, kıllı ayaklı çocuğu gördüğünde gülümsemeden edemedi: Bir eliyle boynundaki zinciri sıkı sıkı kavramış olan ve en az kendisi kadar ürkek bu çocuk, Frodo’dan başkası olamazdı. Derken ağaçların yürüme ve konuşma marifetlerini fark etti Yakup. Her ikisi de bu gerçek anlamda ‘canlı’ olan ormanın karşısında korkmuşlardı besbelli. Birbirlerine bakıyorlardı ve ilk konuşan ufaklık oldu. Amaç belirten “Bu yüzüğü yok etmem gerekiyor!” cümlesinin karşılığında kendi amacını söyleyiverdi Yakup. “Eğer...” dedi sonra. “Eğer benimle Kasaba’ya kadar gelirsen seni orada babamın arkadaşı Demirci Ömer Usta’ya götürürüm. O demiri bile eritiyor!” Hem sonra bir de İzak Amca vardı, hani şu kuyumcu dükkânı olan. İsterse yüzüğü orada satarlar, kazandıkları parayla festivalde Yakup’a eşlik edebilirdi yeni arkadaşı.

Birlikte yola devam etmeye başlamışlardı ki, Yakup’un ayağı o koskocaman kayaya takıldı. Dengesini kaybedişini, kendisini yerde otururken buluşu izledi. Kamerası artık kayıtta değildi ve yalnızdı Yakup. Ve bu düşüş gerçek tehlikenin farkına varmasını sağladı: O anda duydu ağaçların arkasından gelen konuşmaları. Ezilen otların yaklaşmakta olan seslerini… Bu kez hangi kahramanının karşısında belireceğine dair mutlu bekleyiş, yine de içindeki güvensizlik duygusunu yok edemedi. Hemen çantasına sakladı kıymetlisini. Ve aynı mutlu bekleyiş, sert bir ses tonuyla arkasında patlayan “Nereye gidiyorsun?” ve “Para var mı yanında?” sorularıyla hüsrana dönüştü.

~ . ~ . ~ . ~

Ve titriyordu Yakup. Karşısında duran bu palabıyıklı, iri insanlardan tam anlamıyla ölümüne korkuyordu; ve zaten ellerindeki silahlar parlıyordu ormanın karanlığının arasına sızan güneş ışıkları denk geldikçe, nefesini hızlandırıyordu adamların her göz kırpışı; ve evet simsiyahtı o gözler, onların gözlerine baktıkça daha çok titriyordu Yakup, titredikçe daha çok gözlerine bakası geliyordu. O anda gördü adamların arkasında duran çocuğu, kendisi yaşlardaki ama kendisinin aksine korkmayan çocuğu ve ondan bile korktu Yakup; çünkü o da onların yanındaydı, o da onlardan biriydi ve korkmadan yanlarında durduğuna göre en az onlar kadar korkutucu olmalıydı ve hayır, ne yazık ki, bir film değildi bu. Sonra kendisi yaşlardaki çocuğun kendinden büyük tüfeğini gördü ve daha da titredi, ki bu titreme en kötüsüydü ve bütün vücudunu sarsarcasına ayaklarından başlayıp kollarına, oradan da tüm vücuduna yayılmak üzere yola çıkmıştı; titreşimlerini hissediyor ve ölümüne korkuyordu ve korkusunun, her dakika daha da artan korkusunun gürültüsünden kendi düşüncelerini bile duyamıyordu. En sonunda bir anda olmaması gereken tek şey olageldiğinde çok daha kötüsünün olabileceğini anladı; çantası düştüğünde engel olamadı omuzlarına ya da o küçük, o çelimsiz kollarına; adamlar bakıyordu çünkü ve çok korkuyordu ve çantası ormanın tozlu ve daracık yollarına düşmüş ve düşmekle kalmamış açılmıştı. Ve portakallar dışarı fırlamış yuvarlanıyordu ve yavaş yavaş sakinleşmeye başlıyordu Yakup. Ve son portakal da durmuştu. Yakup’un cesareti geri gelmişti. Ama endişeliydi. Kamerası kırılmış mıydı?

Adamların yaklaşan adımlarına aldırmadan çantasına doğru eğildi. “Sana diyorum!” dedi arkasındaki ses, oyuncağının her parçasının eski yerinde durduğunu görüp çektiği “oh”un hemen ardından. “Tüysüz piç! Cevap ver!” diye böğürdü beriki. Kıçına yediği tekmeyi hissedip yere düşmekteyken sımsıkı sarılmıştı çantasına. Karşısındaki adamlarsa farkındaydı bu hassasiyetinin. “Ver bakalım, ne varmış o çantada” demişti palabıyıklı olan, fakat bu isteği sadece Yakup’un daha sıkı kavramasına neden olmuştu çantasını. “Allahsız!” dedi diğer adam başka bir tekmeyi takiben ve annesiyle ilgili cinsel içerikli birkaç lafı sıralamadan hemen önce.

“Allahsız” damgası, Yakup’un alışık olduğu bir şeydi. Camiden her kaçışında, annesine her cevap verişinde, ablasına her uygunsuz yakalanışında bu kelimeyi duyardı. Ve az önce ölümüne korktuğu bu adamların da ona bu tanıdık sözcükle hitap etmesi; korkusundan çok sempatisini artırmaya etkili olmuştu. Zaten korkmuyordu artık. Bir hayali vardı ve o hayal çantası yere düştüğü anda tekrar ortaya çıkıvermişti.

Kolundan morartırcasına tutup çeken palabıyıklı adam diğer eliyle de götünü sıkmakla meşguldü Yakup’un. Diğeriyse çantasını çekip aldı kollarından ve çocuğa fırlattı. İçi gitti çantasının havadaki yolculuğu sırasında, çocuksa kendi çantasıymışçasına güvenle yakaladı onu. Yakup’un endişeli bakışlarının gözetiminde açtı çantayı ve çıkardı Kamerayı. “O da neymiş lan?” dedi palabıyıklı adam kurbanının hareketlerini sınırlamak için ellerini bağlarken, “Piç hurdacı çıktı lan, kır gitsin”. O ana kadar sesini çıkarmamak için özel bir özen gösteren Yakup’tan acı, kısa ve net bir “Hayır” sesi duyuldu tam o anda. Ve bu “Hayır”; kahramanca söylenmiş bir isyan sözcüğünden çok, bir ölüm fermanı gibi geldi adamlara. Yakup’un göt yanaklarını yoklamaktayken ceplerindeki yüz milyonlarca liranın farkına varan palabıyıklı, bu yüzden sevincini paylaşamadı diğerleriyle. “Kes lan sesini!” diye böğürdü onun yerine.

İki adamın gözleri de Yakup’un baktığı yere bakıyordu: “Kır ulan şu aleti!” diye emretti palabıyıklı, çocuğa. Tüfeğinin yaptığı ağırlık nedeniyle omuzları yere paralel duramayan çocuk, tüm vahşi görünümüne rağmen bir damla gözyaşı döktü o anda. “Kırsana lan!” dedi ve küfretti adamlar bir ağızdan. Çocuk, elinde Yakup’un Kamerası; öylece duruyordu. Adamlar iyice sinirlendi ve palabıyıklı olan, çocuğa doğrulttu silahını. Çocuk Yakup’a bakarak birkaç damla daha bıraktı gözlerinden ve “Hayır” dedi. Yakup’un demiş olduğundan daha acı, daha kısa ve daha net bir “Hayır” olmuştu bu ve hem kahramanca söylenmiş bir isyan sözcüğü, hem de bir ölüm fermanının ta kendisiydi bu kez. Adam acımadan bastı tetiğe ve kuşların kanat çırpma sesleriyle zenginleşen bol yankılı bir silah patlaması duyuldu ağaçların arasında. Kurşun kalbini deldiği saniyede can veren kanlar içindeki çocuğa doğru koştu Yakup, Kamerasını alabilmek umuduyla. Adamlar içinse dramatik bir inatlaşma meselesine dönüşmüştü olaylar. Üzerine yürümeye başladılar. Kuduz köpekler gibi salyalar akıta akıta yaklaşıyorlardı Yakup’un güçsüz bedenine. Ve acımasızca dövmeye başladılar onu; karnına inen tekmelerden nefes almaya çalışmak tek kaygısı olmuştu artık.

Tam o anda jandarmanın sesi duyuldu ağaçların ardından. “Teslim olun!” sesi; kısa ve net olmasına rağmen acı gelmiyordu kulaklarına. Ve bir ölüm fermanının zıttı olan her şeyi simgeliyordu avaz avaz.

~ . ~ . ~ . ~

“Bana senaristliğe nasıl başladığımı sordunuz.” dedi gazetecilerin gülümseyen ve tatmin olmuş bakışları karşısında ve fotoğrafçıların durmadan patlayan flaşlarının eşliğinde. Geçmişini anlatmış olmanın getirdiği hüzün ve aldığı ödülün yüzüne kondurduğu gülümsemeyle; Antalya güneşinin klimalarla yok sayıldığı büyük bir salonda oturuyordu şimdi. “Ben aslında hep yönetmen olmak istemiştim arkadaşlar. Ama işte… Benim hayatım bir senaryo.”

Emre Eminoğlu
(*) 2007, Yunus Aran Öykü Yarışması Birincilik Ödülü.