SU (*)
Nisan 2006
İki harflik bir sözcüktü sadece. İçine biraz tuz katarsan deniz, biraz hareket katarsan çağlayan oluyordu adı. Gözden damlayınca ne olduğunaysa adının, henüz karar verememişti. “Gözyaşı” deyip geçmemeliydi. O kadar basit değildi her şey.
Suyun biraz gizem katılmışıyla hafiften kaplanmış bir İstanbul sabahında; korna sesleri ve ter kokusuyla çevrili bir yolculuğun sonuna gelmişti. Attı kendini vapur iskelesinin önüne, martı sesleri ve simit kokularının ortasına. Çeyrek kala vapurunu üç buçuk dakikayla kaçırmıştı. Suçlu olan belki Altıyol’da kendini kırmızı ışıkta otobüsün önüne atan yayalar, belki de Kuyubaşı’nda otobüsü ufak bir koşunun ardından kapının küçücük camına tıklayarak durdurabilmeyi başaran gözlüklü kızdı. Belki de kendisiydi; suya bu kadar düşkün olmasaydı duştan üç-beş dakika önce çıkabilir, bir önceki otobüse yetişebilirdi. Kim bilir; belki de kıl payı bir yetişme olur bu, otobüsü kapının camına tıklayarak durdurur, bir başkasının çeyrek geçe vapurunu kaçırma sebebi olurdu.
Yarım saati vardı büyük bir değişimi gözlemlemek için. Gözleri önündeki o bomboş aydınlık salon her geçen dakika biraz daha dolacak, kalabalık uzun tahta kapıların güneş ışığını içeri buyur eden camlarının önünü sinsice kapayıp karanlığa boğacaktı bekleyenleri. Belki de “sigara içilmez” simgesinin anlamını hâlâ kavrayamamış bir densiz, somut bir boğulmaya neden olacaktı. Fakat şimdilik yalnızdı, salonun banklarından birinde sessizce oturuyordu. O anda, salonun ortasından geçen sütunlardan birinin arkasında bir kıpırtı fark etti.
Yaşlı kadın; çiçekli, mavi-beyaz bir ev elbisesi giymişti. Üzerinde gri bir yelek vardı. Dip boyasını çoktan kaçırmıştı: Yeleği rengi saçları bir noktadan sonra parlak bir kahverengiye dönüşüyordu. Yaşlanmayı kabullenmişti belki de. Ayağında eskimiş bir çift topuksuz ayakkabı, boynunda yıllardır takılıyor olmaktan bazı yerleri aşınmış altın kaplama incecik bir zincir vardı. Elleri dizlerinde, ileri-geri sallıyordu bedenini oturduğu yerde. Bazen bir elini diğerine sanki bir lekeyi çıkarmak için kazıyormuşçasına sürtüyordu. Çenesi de titriyor, ama gözleri tüm bu hareketlerden habersizmişçesine boş bakıyordu salonun tozlu döşemelerine.
Yaşlı kadını incelerken, birkaç kişi daha doldurmuştu salonun banklarını. Kol saatlerini ya da duvar saatini sevdikleri bir diziymiş gibi takip eden, gözlerinden beyinlerinin doluluğu okunan insanlardı bunlar. Yaşlı kadınınsa bir kol saati bile yoktu kolunda. Anlık bir kararla onun yanına gitmek üzere kaldırdı bedenini banktan. Sütunun yanına geldiğinde fark etti yanına oturmak, iki kelime laflamak için cesareti olmadığını. Bir yandaki banka bıraktı kendini yavaşça. En azından araya yarım metrelik bir boşluk girsindi. Yaşlı kadın bir “İstanbul hanımefendisi” değildi: Anadolu kadınının anaç, cana yakın ve sıcak bakışlarına sahipti; iri bedenine sahip olmasa da. Şöyle güneyden, Adana civarından falan. Belki de on bir çocuklu bir ailenin kızlarındandı. 30’lu yılların Türkiye’sinde doğmuş, 50’lerde genç bir subayla evlenmiş, 3 çocuk doğurmuştu. Asker ailesi bu, oradan oraya gitmişler, şehir şehir gezmişler; emekliliklerini İstanbul’da geçirmeye karar vermiş, Göztepe’de küçük bir daire tutmuşlardı.
Bankın yanına dayadığı okul çantası, kayarak tozlu döşemeye devrildi boylamasına. Almak için eğildi. Kızları etkilesin diye dar gömlek giyiyordu okul ceketinin içine, sıktı biraz omuzlarından. Yaşlı kadına doğru yaklaşınca istemeden, özlediği o kokuyu duydu bir an: Limon kolonyasıyla el kreminin karışımı; babaannelere ve anneannelere özgü koku. Derin bir nefes aldı hafızasının koku deposunu güncellemek için.
Onun da belki torunları olmuştu boy boy. Göztepe’deki evin mutfağındaki sandalyelerden birine oturtmuş, yemek yaparken kendini seyrettirmişti onlara. Yemek yapmak derken, öyle sıradan yemekler de değil hani. Mantılar açar, içli köfteler haşlardı; ne katmerler, ne kayısı reçelleri yapardı o eller! Mutfağın balkon kapısına asılı bir torbada bayat ekmekleri biriktirir, torunları geldiğinde Fenerbahçe Orduevi’ndeki ördeklere atarlardı birlikte.
Artık kaçamak bakışlar atmıyor, gülümseyerek seyrediyordu o buruşuk tenin sahibini. Bakmıyordu yaşlı kadınsa. Küçük bedenini kendisinden beklenmeyen bir çeviklikle kaldırıyor arada banktan, ne yaptığının farkında olmadığını bağıran bakışlarla geri dönüyordu eski oturuşuna.
Biblolar vardı belki de salonunun beyaz-kahverengi dolaplarının raflarında dizili. Her rafta birer de çerçeve: üç çocuğun düğün fotoğrafları, birer de torundan toplam altı raf. Köşede bir yerde artık yaşlanmış olan o askerin, zamanında keyifle tüttürdüğü bir nargile dururdu. Yılan sanıp korkardı torunlar. Ayırmazdı torunlarının hiçbirini diğerinden herhalde. Zaten büyük ihtimalle aynı anda kalmazdı hiçbiri onda, birbirlerini kıskanmasınlar diye. Oturma odasında da anca bir yer yatağı serecek kadar boşluk vardı. Biraz zorlayıp da üzerindeki pembe, çevirmeli telefonun kablosu yeterse Singer dikiş makinesi biraz kenara itilebilirdi ama… Yok, yok… Bir geceye bir torun yeterdi. Askeri yatağında yalnız bırakıp torunuyla yatardı zaten “Ayşe Fatma Kuzular” masalıyla başlayan gecenin sabahına dek.
Vapurun düdüğü duyuldu, ağır ağır yanaşırken iskeleye. İnmeye başladı yolcular aceleyle. Sonra insanın kendi düşüncelerini bile zor duymasına neden olan o uğultu azaldı biraz, kapıların açılmasıyla. İnsanlar dışarıya çıkmaya başladı, akın akın. Salon boşalmak üzereydi, yaşlı kadın oturuyordu hâlâ. Yerden alıp astı tek omzuna sırt çantasını. Koluna girme ihtiyacı hissetti, yürümesine yardımcı oldu. Çıktılar dışarıya, vapura doğru.
Kolundaki bu yaşlı kadın belki de yaşlanmıştı gerçekten günü geldiğinde. Yaşlanıp güçsüzleşmişti. Önce torunlarına Singer dikiş makinesinin neden bir masa büyüklüğünde olduğunu açıklayamadığında yorgun; sonra hangi torununun nasıl yumurta sevdiğini unuttuğunda suçlu hissetmişti kendini. Sonra adlarını karıştırmaya başlamıştı torunların. Evin ışıklarını yanık, musluklarını açık bırakmaya başlamıştı fark etmeden. Ne mantılar, ne katmerler kalmıştı geriye. Geride bıraktığı yıllardan sadece bir çarpım tablosu ve Behiye Aksoylu kadın matineleri vardı aklında. Yalnızca bir oğlunu tanıyordu artık belki de. O askerin yokluğunun farkına varmıyordu.
Vapura dayanan tahta iskeleye çıktılar kol kola. Gemi sallandı biraz, yaşlı kadın aniden dengesini kaybetti. Sımsıkı sarıldı ona, hiç bırakmayacak gibi. Tutmaya çalıştı, “Babaanne!” diye bağırdı kendi dengesini de kaybettiğinde. İkisi birden, bir yumak gibi düştüler Kadıköy İskelesi’nin kirli sularına ve düşerken bir damla yaş indi yanaklarından. İnsanlar bağırmaya başladı.
İki harflik bir sözcüktü sadece. İçine biraz tuz katarsan deniz, biraz hareket katarsan çağlayan oluyordu adı. Gözden damlayınca ne olduğunaysa adının, henüz karar verememişti. “Gözyaşı” deyip geçmemeliydi. O kadar basit değildi her şey. Bazen özlemdi çünkü anlamı, bazen acı.
Öğle saatlerinde hastanede, annesiyle babası başında bekliyordu. Hiçbir şeyi yoktu, sapasağlamdı; uyandığında gidebilirdi hemen evine. Yine de “Anoooom!” der, üzülürdü babaannesi; şimdi başında bekliyor olsaydı. Ama yoktu.
Onu hastaneye getiren bıyıklı İDO görevlisi, “Akbil’ini öttürdü, bir banka oturdu, gördüm ben. Sonra bi başkasına oturdu yerinden kalkıp. Zamane gençliği dedim ben de. Alın çantası da na burda. Aval aval yanındaki boş banka baktı vapur gelene kadar. Sonra birden düştü suya, az kalsın vapurla iskele arasına sıkışıp ölücekti! Allah korudu!” demişti. Oda limon kolonyası kokuyordu, ama kremsiz. Babaannesiz. O ise gözünden inen bir damla yaştan habersiz durmadan sayıklıyordu uykusunda: “Babaannem, izin vermediler bana, git sen okuluna dediler, ÖSS yakın. Daha Nisan dedim, gelmek istiyorum dedim, izin vermediler babaanne. Gelemedim cenazene.”
(*) 2006, Yunus Aran Öykü Yarışması, Mansiyon