Ağustos 2007
Salih Arda Nazar, öldürüleceği gün sabah saat 06.30’da kalktı yatağından. Bir Marquez hayranı olarak da, büyük olasılıkla böyle başlamasını isterdi ölümünün hikâyesinin. Tüm kitaplarını okumuştu yazarın. Yalnızca, Yüzyıllık Yalnızlık kalmıştı geriye.
Popülariteyi sevmezdi. Eğer çok konuşulan bir şey varsa, soğurdu ondan. En sevdiği şarkıcının son aldığı albümünde en beğendiği şarkı ‘sanatçının son klip şarkısı’ olup da her yerde çalmaya başladığı anda bir daha dinlenmemek üzere çıkardı hayatından. Evet, Matrix’i de seyretmemişti; niyeti de yoktu. Ve bunu utanarak değil gururla bağırırdı yakınlarına. Popülariteyi sevmezdi, buydu olay! Tam da bu nedenle, okumamıştı en sevdiği yazarın en çok bilinen eserini. Uçan insanlar vardı romanda, duymuştu. Ne zaman uçan bir şey olsa, popüler olmuştu zaten. Süpermen mesela…
Her sabah olduğu gibi yine kargalar bokunu yemeden uyandı ve İstanbul’un puslu sabahlarında bir rutin haline getirdiği simit-vapur-küfür üçlemesine bıraktı kendini. Yine evinin köşesindeki simitçiye uğradı kahvaltısı olacak halkaları almak için. Bıyıklı ve göbekli adam bu en sadık müşterisi için en susamlı ve en pofuduk iki simidini ayırmıştı yine. Sonra her sabah olduğu gibi 07.20 vapurunu kaçırdı. Akbil sesi yankılandı her zamanki gibi zorunlu bir erkendenlikle girdiği bomboş salonda. Kelimesi kelimesine ezberlediği reklam panolarını okuyarak ve aslında okumaktan çok ezberini test ederek geçirdiği onbeş dakikanın ardından vapur yanaştığındaysa, yine her zamanki noktadan atladı iskele verilmesini bekleyen korkakların oluşturduğu sıraya girmeden. Ve yine yaz-kış, kar-yağmur demeden oturduğu gibi dışarıya kuruldu. Ayrımcılık yapmadığını belli edercesine yağmurlu bir sonbahar günüydü zaten. Hem de kapkara bir sonbahar günü, kaçınılmaz sonu haber verircesine.
Bir de ettiği küfürler vardı bu sıradan sabahın her-zamanki-gibi anlarında. İstisnasız her anında onunla olmuştu zaten küfürler hayatı boyunca: 3. sınıfta ilkokul öğretmenini bir fahişeye benzettiğini telaffuz ettiği için okul müdüründen dayak yediği o Salı sabahından; direksiyon başında alkollü yakalandığında trafik polisinin cinsel tercihleri hakkındaki bazı söylemleri sonucunda karakolda geçirdiği Cumartesi gecesine varıncaya kadar… Öldürüleceği günün bu ilk saatlerinde de sırasıyla çalar saate, karısına, çaydanlığa, karısına, ayakkabı çekeceğine, karısına, kapıcıya, bıyıklı ve göbekli simitçiye, bıyıklı ve göbekli simitçinin bıyığına ve göbeğine, su sıçratan arabaya, su sıçratan arabanın şoförüne, meydandaki güvercinlere, milli piyangocuya, cızırtılı ezan sesine, camiye, Allah’a, iskeleyi terketmekte olan vapura, iskeleyi terketmekte olan vapurun kaptanına, iskeleyi terketmekte olan vapurun kaptanının çaldığı vapur düdüğüne, Akbil’e, Akbil’in çıkardığı sese, salondaki gürültücü üniversite gençliğine, çocuğun birinin kulağındaki küpeye, küpeli çocuğun karşısındaki kızın eteğinin boyuna, ikisinin uluorta öpüşmesine, havaya ve yağmura küfretmişti. Son sözlerininse şansına ve hatta kendine küfretmekten ibaret olacağını ne yazık ki bilmiyordu şimdilik.
~ . ~ . ~ . ~
~ . ~ . ~ . ~
Nazar Nazar, o sabah kocasını uğurladıktan ve bu görevini takiben her sabahki olağan ağlama krizlerinden birini daha atlattıktan sonra oturdu televizyonun karşısına. “Fabah Fabah”, her ortagelir-işsiz-güçsüz-evli-Türk-evkadını gibi onun da bu saatlerdeki favorisiydi. Bir de “s”leri söyleyebilse programa olan bu hayranlığını yetmişmilyonun önünde daha bir özgüvenle dile getirebilecek cesareti bularak kendinde, canlı telefon bağlantısıyla katılacaktı şenliğe.
Başına ne geldiyse “s”leri söyleyemediği için gelmişti zaten bugüne kadar. Altmışlı yılların sonlarında, çocuklara armağan edilmiş o bayramın bahar kokan sabahında, tören alanında gururla okumaya heveslendiği şiire “23 Nifan” diyerek başladığı anda tüm okul kendisine bol tükürüklü çocuk kahkahaları ile saldırmıştı örneğin. Yetmişli yılların sonlarında, içine girmeye çalıştığı o havalı grup tarafından “Rolling Ftones” dinlemediği, dinlemeyi bırakın, adlarını bile söyleyemediği için dışlanmıştı. Seksenli yılların sonlarında ise en beteri ile karşı karşıya kalmıştı felaketlerin: Bir Cumartesi günü Boğaz manzaralı bir çay bahçesinde Salih Arda adındaki o adama “Fanırım Feni Feviyorum” deyivermişti. Ve bu cümlesi ne yazık ki karşısındakine gülünç değil sempatik gelmiş, uzatıvermişti ellerini Nazar Nazar’a.
O sabah, televizyon programının konukları arasında; ailelerini gerek edindikleri meslekler, gerek edindikleri ün, gerekse edindikleri karı ve koca sayısının fazlalığıyla bir mürrüvet bombardımanına tutmuş olan Bilir Kardeşler bulunuyordu. Soldan sağa; ünlü agresif feminist yazar Oya Bilir, ünlü bilmiş sosyopat sosyolog Banu Bilir ve ünlü çapkın psikopat psikolog Kaya Bilir; tüm bilmişlikleriyle entellektüel rüzgarların esmesine neden olmuşa benziyordu stüdyoda. Hepsi birbirinden ünlü üç-beş günlük sanatçı konukların aksine karşılarında böyle bir üçlü bulmanın şaşkınlığındaki göbek-atası-olan teyzeler ise bugüne dek programın hiçbir bölümünde rastlanmamış bir sakinlikle oturuyorlardı yerlerinde. Günün konusu “Türk Kadınının Kendi Özgürlüğünü Kendi Elleriyle Reddedişi” idi. Göbek-atası-olan teyzeler, belli ki suçlamayı kabullenmiş, heyecanla dinliyorlardı Bilir Kardeşler’i. O güne dek hiçbir seyredişinde göbek-atası-olmayan Nazar Nazar’ın içindeyse bambaşka şeylerin kopmasına neden olacaktı aynı program.
Yıllarca görücü yolu gözleyerek evde dantel-örgü-kanaviçe üçgeninin iç açılarını toplamış; ne-doktorlar-ne-mühendisler-istedi-de yalanlarıyla düşlerindeki beyaz atlı bıyıklısını beklemiş ve onca bekleyişten sonra vara vara adının bir ikilemeye dönüşmesine neden olacak o adama varmıştı Nazar Nazar. Kocasını her zaman sevmişti, ya da sevdiğini sanmıştı. Kocasınınsa onu sevdiğine dair hiçbir belirti görememişti bugüne dek. En küçük bir işaret yakalayacak olmanın umuduyla, sabırla bekliyordu yirmi senedir.
Kocasının tavrını ve kendisine karşı tutumunu bir İstanbullu yüzsüzlüğüne benzetirdi. Nasıl Taksim Meydanı’nı İstiklal Caddesi’ne bağlayan o trafik ışıklarında bekleyen kalabalık, kırmızı yanıyor olsa bile hiç düşünmeden kendilerini kornalar eşliğinde arabaların önüne atıyor ve buna rağmen kendilerine yeşil yanarken geçmeye çalışan her arabaya öfke, küfür, çık-çık-çık ve ortaparmaklarla karşılık veriyorlarsa; kocası da hep talep eden ama hiçbir şey vaadetmeyenlerdendi. Evet, Bilir Kardeşler’e göre; Nazar Nazar hiçbir şey almayan, ama hep bir şeyler veren klasik bir Türk kadını figürü oluyordu bu durumda. Salih Arda Nazar yuvasının erkeği ve evinin direği olageldiğinden beri susmayı öğrenmişti Nazar. Evlenir evlenmez çocuk yapmışlar ve böylece konuşacak bir şey arama zahmetinden kurtarmışlardı zaten kendilerini cicim ayları biter bitmez. Kızları liseye başladığından beri bu dünyadaki tek uğraşı olan çocuğu da sadece akşam yemeklerinde meşgul etmeye başlamıştı onu. Ve ağlayarak karşılamıştı bu durumu. Tıpkı kocasının her küfürünü, her böğürtüsünü ve her yüz vermeyişini karşıladığı gibi...
Televizyondaki entel akademisyenler kendisini ona anlatadursun, karanlık güçler beynini ele geçirmek üzere harekete geçmişti Nazar Nazar’ın. Yirmi yıl önce hayatının karardığı o günden beri ilk defa hayatının kararma nedeninin o günün ta kendisi olduğunun farkına varmıştı televizyonun karşısında yalnız başına sabah kahvesini yudumlarken. Ve sonunda, yıllardır delicesine istediği tek şeyin kocasını öldürmek olduğunu anlamıştı.
~ . ~ . ~ . ~
Nazlı Nazar; kalem çekilmiş gözleri, simsiyah ve uzun dalgalı saçları, delik deşik yüz derisi ve simsiyah kıyafetleriyle tam bir isyankâr genç kız olup çıkıvermişti. İç dünyasının ne kadar karanlık olduğunu dış dünyaya açığa vurmanın tüm şartlarını maddesi maddesine yerine getiriyor olduğunun kanıtıydı görüntüsü. İçindeki fırtınayı sadece görüntüsüyle dışa vuruyor oluşunun kaynağıysa nefretinden çok korkaklığıydı. Bu korkaklığın ona söyletemediği, avaz avaz bağırtamadığı birçok şey vardı. Kulaklarındaysa bunların hepsini içe dönük bir aynaymışçasına davul ve gitar eşliğinde kendisine haykıran bir çift kulaklık...
Yakın çevresindeki her karanlık abidesi akranı gibi nefret listesinin ilk sırasında annesi ve babası yer alıyordu. Diğer yandan, bu ikisine olan nefretini karşılaştıran bir grafik çizilecek olsa, bu öfke aromalı pastanın tamamına yakını babasına ait olurdu. Annesinin suçu onu doğurmaktan ibaretti Nazlı’ya göre. Hatırladığı en eski anısından bugüne dek, sessiz ve zararsız bir zararlı olmuştu annesi. Babasıysa tam bir felaketti. Üç yaşlarındayken artık bacakları deliklerine sığmamasına rağmen hala ısrarla ve zorla oturtulduğu bir mama iskemlesinde çırpınırken hatırlıyordu kendini. Ve hayır; kendisine çok anlatıldığı için, fotoğrafları çok, ÇOK gösterilmiş olduğu için hatırladığını sandığı anılardan biri olarak değil, gerçekten hatırlıyordu o günü Nazlı. Babası küfrediyordu, annesi sessiz. Acıkmıştı, çırpınmaya başladı. Babası bağırıyordu, annesi suskun. Çırpınması, iskemlenin çıkardığı bir zangırtıya dönüştü. Babası öfke kusuyordu, annesi boğazına dut takılmış bir bülbül yavrusu. Mutfaktaki insan sesleri, plastik mama iskemlesinin yer fayanslarına vurarak çıkardığı sesi öylesine bastırıyordu ki; o iki insanın sesi ancak o iskemle yere devrildiğinde kesildi. Sonrasında babası sessiz, annesi ıslak… Sonrası ilk hastane tecrübesi ve bulanıklık…
Babası aksiydi, babası umursamaz. Babası problemli, babası anlayışsız... Bir insanı kötü ya da istenmez yapabilecek ne sıfat konulabilirse önüne; babasının isminin önüne hiç çekinmeden koyardı. Onu tek sevdiği anlarsa, salonda oturup sessizce kitap okuduğu zamanlardı. Ve anlayamazdı Nazlı. O kaba, o vurdumduymaz insan nasıl oluyor da kendi karısını ve öz kızını zerre kadar anlayamıyorken; Marquez’i, Kafka’yı, Camus’yü, Pamuk’u, Süskind’i, Coelho’yu, Auster’ı, Dostoyevski’yi ve daha nicesini anlayabiliyordu. Ama anlayamasa da ses etmezdi. Çünkü gün boyunca dar bir zaman dilimine, inanılmaz sayıda küfür sığdırmayı başarabilen o adam; köşesine oturup kitabını eline aldığında bambaşka biri oluveriyordu. Tek kural, rahatsız edilmemesi gerektiğiydi. Kış uykusuna yatmış vahşi bir hayvandı o; kendi haline bırkıldığında uzun süre hiçbir zararı dokunmazdı. Ama eğer mağarasını istila eder, kendisine herhangi bir müdahalede bulunmaya çalışırsanız pençeleriyle teninizi keserdi, yem olurdunuz ona. İşte babası olacak o adamın kitap okuduğu anlarda kış uykusundaki bir ayıdan tek farkı uyumak yerine kitap okuyor olmasıydı.
Lise yılları boyunca ev hapsinde tutularak gece hayatından alıkonuluşu sayesinde kolaylıkla kazanmıştı üniversite sınavını Nazlı. Şimdiyse acısını çıkarıyordu o günlerin. Dışarıya çıkamadığı ve içeride aynı frekanstan bir yayın bulamadığı için kendini ders çalışmaya vermiş, özgürlüğüne kavuşur kavuşmaz da abartmıştı özgürlük kelimesinin ifade ediliş biçimini. Birer özgürlük abidesi misali sırayla keşfettiği içki, sigara ve esrarın kızının hayatında varolduğunu öğrendiği her an ayrı birer tekme gibi inmişti annesinin kıçına. Nazlı’nınsa kıçına değil, karnına inecekti çok yakında tekmeler. Ve henüz o güne daha aylar olsa da, Nazlı ne yazık ki farkındaydı istenmeyen hamileliğinin.
Yakın çevresindeki her karanlık abidesi akranı gibi nefret listesinin ilk sırasında annesi ve babası yer alıyordu. Diğer yandan, bu ikisine olan nefretini karşılaştıran bir grafik çizilecek olsa, bu öfke aromalı pastanın tamamına yakını babasına ait olurdu. Annesinin suçu onu doğurmaktan ibaretti Nazlı’ya göre. Hatırladığı en eski anısından bugüne dek, sessiz ve zararsız bir zararlı olmuştu annesi. Babasıysa tam bir felaketti. Üç yaşlarındayken artık bacakları deliklerine sığmamasına rağmen hala ısrarla ve zorla oturtulduğu bir mama iskemlesinde çırpınırken hatırlıyordu kendini. Ve hayır; kendisine çok anlatıldığı için, fotoğrafları çok, ÇOK gösterilmiş olduğu için hatırladığını sandığı anılardan biri olarak değil, gerçekten hatırlıyordu o günü Nazlı. Babası küfrediyordu, annesi sessiz. Acıkmıştı, çırpınmaya başladı. Babası bağırıyordu, annesi suskun. Çırpınması, iskemlenin çıkardığı bir zangırtıya dönüştü. Babası öfke kusuyordu, annesi boğazına dut takılmış bir bülbül yavrusu. Mutfaktaki insan sesleri, plastik mama iskemlesinin yer fayanslarına vurarak çıkardığı sesi öylesine bastırıyordu ki; o iki insanın sesi ancak o iskemle yere devrildiğinde kesildi. Sonrasında babası sessiz, annesi ıslak… Sonrası ilk hastane tecrübesi ve bulanıklık…
Babası aksiydi, babası umursamaz. Babası problemli, babası anlayışsız... Bir insanı kötü ya da istenmez yapabilecek ne sıfat konulabilirse önüne; babasının isminin önüne hiç çekinmeden koyardı. Onu tek sevdiği anlarsa, salonda oturup sessizce kitap okuduğu zamanlardı. Ve anlayamazdı Nazlı. O kaba, o vurdumduymaz insan nasıl oluyor da kendi karısını ve öz kızını zerre kadar anlayamıyorken; Marquez’i, Kafka’yı, Camus’yü, Pamuk’u, Süskind’i, Coelho’yu, Auster’ı, Dostoyevski’yi ve daha nicesini anlayabiliyordu. Ama anlayamasa da ses etmezdi. Çünkü gün boyunca dar bir zaman dilimine, inanılmaz sayıda küfür sığdırmayı başarabilen o adam; köşesine oturup kitabını eline aldığında bambaşka biri oluveriyordu. Tek kural, rahatsız edilmemesi gerektiğiydi. Kış uykusuna yatmış vahşi bir hayvandı o; kendi haline bırkıldığında uzun süre hiçbir zararı dokunmazdı. Ama eğer mağarasını istila eder, kendisine herhangi bir müdahalede bulunmaya çalışırsanız pençeleriyle teninizi keserdi, yem olurdunuz ona. İşte babası olacak o adamın kitap okuduğu anlarda kış uykusundaki bir ayıdan tek farkı uyumak yerine kitap okuyor olmasıydı.
Lise yılları boyunca ev hapsinde tutularak gece hayatından alıkonuluşu sayesinde kolaylıkla kazanmıştı üniversite sınavını Nazlı. Şimdiyse acısını çıkarıyordu o günlerin. Dışarıya çıkamadığı ve içeride aynı frekanstan bir yayın bulamadığı için kendini ders çalışmaya vermiş, özgürlüğüne kavuşur kavuşmaz da abartmıştı özgürlük kelimesinin ifade ediliş biçimini. Birer özgürlük abidesi misali sırayla keşfettiği içki, sigara ve esrarın kızının hayatında varolduğunu öğrendiği her an ayrı birer tekme gibi inmişti annesinin kıçına. Nazlı’nınsa kıçına değil, karnına inecekti çok yakında tekmeler. Ve henüz o güne daha aylar olsa da, Nazlı ne yazık ki farkındaydı istenmeyen hamileliğinin.
~ . ~ . ~ . ~
Nazan Nazar sessizlik ve her günkü gibi işkence dolu bir sabahta İstanbul’un birçok mahallesinden daha eski annesinin odasına girdiğinde, çoktan uyanmış ve yatağında oturuyor buldu yaşlı kadını. Kalp, tansiyon ve mide ilaçlarını getirdi ve bunu her günkü gibi hiçbir zaman kullanamayacağını anladığından beri parçalarını evin gündelikleri arasına serpiştirmeye başladığı çeyizinin bir üyesi olan küçük gümüş tepside taşıyarak yaptı. İlaçların yanısıra ılık su da vardı tepside; yine çeyizinden, kristal bir bardak içinde. Yıllar önce konuşmayı bırakmış yaşlı annesinin boş bakışlarına ve ölüm sessizliğine maruz kalacağını bile bile günlük monologlarından birine daha çoktan başlamıştı.
Ellili yaşların sonuna yaklaşmaktaydı ve tüm evde-kalmış-ama-bunu-hiç-mi-hiç-umursamıyor görünümüne rağmen için için ağlıyordu geceleri kafasını yastığına bastırıp. Hayatında onu seven tek erkek olan babasının erken ölümünden sonra hayatında kalan tek ve son erkek, erkek kardeşi Salih Arda olmuştu. O da hiç kimseyi sevememe özelliğinin kanıtları arasına kız kardeşini de sokma tutarlılığını göstererek erkeksiz bir dünyada yapayalnız bırakmıştı ablasını.
Her gece ağlaması bir yana; çoğu zaman kendisini avutma başarısını gösterebiliyordu kardeşinin evliliğini izledikçe. Her gün evde yalnız başına kötü giden evliliğine ağlayıp, kocasından küfürlerle soslu binbir azar işitip, yetmezmiş gibi laf geçiremediği asi bir kızla uğraşmaktansa; evde yalnız başına hiçbir zaman var olmamış evliliğine ağlayıp, tüm bu sessizliğin içinde belden aşağısı felçli ve konuşma yetisini kaybetmemiş olsa bile bilinçli bir sessizliğe gömülmüş bu yaşlı kadınla uğraşmayı tercih ederdi. Hatta bazı anlarda Allah’a kendisine ilki yerine ikincisini bahşettiği için şükür bile ettiği olurdu. Kardeşinin aksine rakıyla yıkanmış, günaha bulanmış, her ezan okunduğunda Allah’a küfreden iflah olmaz bir kâfir değildi o. Kendisinden her istenileni yapmıyor olsa da, en azından O’nun varlığına inanması bile kardeşinden bin kat daha dindar yapardı kendisini.
Tepsiyi başucuna bıraktı, “Hadi iç ilaçlarını” dedi yaşlı kadına. Doktor, ilaçları kesinlikle kendi çabasıyla içmesi gerektiğini, böylece ölümü çoktan kabullenmiş ve canlanmak için hiçbir çaba göstermeyen bu kadının kollarını günde üç kez çalıştıracak bir egzersiz yaratılabileceğini söylemişti çünkü. Kadın ağır hareketlerle ilaçlarını ağzına götürdü, bir yudum suyla yuttu ve tekrar eski pozisyonuna geçti. Her ilaç saati sonrası olduğu gibi “Geldi mi?” diye sordu kızına.
Gelmemişti tabii ki. Aralarında sadece iki yakası birbirine iki köprüyle bağlanmış bir Boğaz olmasına rağmen kendisini yıllardır görmeyen oğlunu sayıklayıp duruyordu kadıncağız. Ve her seferinde aynı yalanla karşılık veriyordu Nazan: “Hayır. Ama yarın mutlaka gelecek.” Oysa, öğleden sonra aynı sahnenin yineleneceğine emin olduğu kadar emindi Salih Arda’nın yarın da, diğer gün de ve hatta ondan sonraki gün de gelmeyeceğine.
Kardeşinin tavrını ve ailesine karşı tutumunu bir İstanbullu yüzsüzlüğüne benzetirdi. Nasıl Kadıköy’de Rıhtım’a inen o caddede her önlerine atılan yayaya öfke, küfür, çık-çık-çık ve kornayla tepki gösteren sürücüler; başka bir gün yaya olarak çıktıkları caddede aynı şeyi yapma hakkını sonuna dek kendilerinde görüyor ve acı fren sesleriyle önlerinde zınk diye duran sürücülere nefret dolu bakışlar atıyorlarsa; kardeşi de hep talep eden ama hiçbir şey vaat etmeyenlerdendi. Evet, o anda programı seyrediyor olsa, bu durumda Bilir Kardeşler’e göre hiçbir şey almayan, ama hep bir şeyler veren klasik bir Türk kadını figürü olduğunu öğrenecekti Nazan Nazar. Kardeşi muhtemelen yıllardır arayıp sormadığı annesinin sağ mı ölü mü olduğunu bilemeyecek denli umursamaz olsa da; kadıncağıza rahmetli kocası ve rahmetli babasından kalan tüm emlakların adreslerini, kiracıların özgeçmişini ve kiraların biriktiği banka hesaplarının numaralarını ezberine kazımıştı. Ve Nazan Nazar’ın, bölünmesini hazmedemeyeceği kadar hakettiği o mirasa sahip olması için gereken tek şeyin kardeşinin ölümü olduğunun farkına varması için, Bilir Kardeşler’in Türk kadınlarını gaza getirişine sahne olan o programı seyretmesine hiç mi hiç gerek yoktu. Sadece bunu gerçekleştirmek için gereken cesaretin günün birinde sihirli bir el tarafından ruhuna yerleştirilmesi gerekiyordu. O gün, bugündü.
~ . ~ . ~ . ~
~ . ~ . ~ . ~
İstanbul’u seviyordu Salih Arda Nazar. Yağmurlu bir sabahta daha, vapurun dışında ıslatıyor olsa da onu, seviyordu. Onu sevmeyense birçok insan vardı şu dünyada, farkındaydı. Kötü bir baba, kötü bir koca, kötü bir oğul ve kötü bir kardeşti. Ama hayat da çok iyi sayılmazdı, değil mi?
İşe yine geç kalmıştı. Her sabah kaçırdığı vapuru kaçırmasının nedeninin sakal traşı olurken kaybettiği zamandan ibaret olduğuna inanırdı. Geç geldiğinde onu bir güzel paylayan patronunun işten atma tehditlerine bir çözüm olarak traş olmadan işe gitme yöntemini bulduğunda ise, traş olmadan işe geldiği için yemişti zılgıtı. Zaman kayıpları ve zaman tasarruflarıyla ilgili geliştirdiği teoriyi ve çözüm yöntemlerini açtığında, tabii ki beklediği anlayışla karşılamamıştı göbekli, askılı ve kel adam. Üniversite mezunu oldu diye, olmayanları bir yer paspası kadar değersiz gören işverenlerden biriydi Niyazi Bey. Ama ne zaman ki Salih Arda Nazar edebiyat konusunda kendisine meydan okumuştu; işte o gün şaşırmış ve girdikleri diyaloğun içinde adeta kaybolarak, genç adamın engin yazın bilgisine bizzat şahit olduktan sonra sevmeye bile başlamıştı bu çalışanını. Bugüne kadar onu kovmamış olmasının nedeninin de bu sevgiyle bir hayli alakası vardı.
Patronu bir yandan bir kez daha geç kalan ve artık genç olmayan bu adamı paylarken bir yandan da o günleri düşünedursun; Salih Arda Nazar içten içten işine, işe girdiği güne, işi girdiği günkü aklına, patronuna, patronunun göbeğine, patronun göbeğini yerinde tutan askısına, patronunun kel kafasına, istismar edilen toleranslara ve işe-geç-gelme-hakkı-olan-biri-varsa-o-da-patrondan-başkası-olamaz kuralına küfrediyordu. Sonra aklına Niyazi İnsanı’nın geçen ay söyledikleri geldi: “Bu aylık sadece maaşını kesiyorum, önümüzdeki ayın herhangi bir günü hele bir geç kal, ertesi günü buraya kadar zahmet etmene hiç gerek kalmayacak.” Bakışlarını telaşla kol saatinin, ayın hangi gününde olduklarını gösteren kutucuğa çevirdi. “1” ibaresini gördüğü ve bunu takiben her şeyi anlayıverdiği sırada Niyazi Bey’in de tam olarak aynı şeyden söz etmekte olduğunu anlayamayacak kadar kötü hissediyordu kendini.
Eşyalarını Amerikan filmlerindeki gibi kucaklayabileceği şirin bir koliye değil, iki adet buruşuk Migros poşetine doldurdu ve terketti yirmi beş yıldır çalıştığı ve nazını çektiği o mekânı. O kadar bitkindi ki gitmesi kendi evine gitmekten daha kolay gelen annesinin evine gidip bir koltuğa uzanmayı bile düşündü. Ama neyse ki, böyle bir şey yapması halinde suratında güller açacak olan ve bir yandan da gözyaşları yanaklarından süzülecek annesi oğlunu kucaklarken; yıllarca biriktirdiği tüm nefretiyle ablasının onu sırtından bıçaklayacağı sahne gözünün önüne gelebilecek denli yerindeydi bilinci. İskeleye yürüyemedi. Onun yerine işyerinin hemen önünden, İstanbul’un trafiğinin tüm çekilmezliğini göze alarak, karşıya geçen ilk otobüse atladı.
Evine mümkün olduğunca yakın bir durakta inmesine rağmen, yürüyecek gücü hâlâ bulamıyordu kendinde. Taksi beklemeye karar verdi. Ve o anda olan oldu: Ispartalılar Yardımlaşma ve Dayanışma Derneği’nin bulunduğu binanın tepesinden düşen ve kim tarafından ya da hangi nedenle döküldüğü hiçbir şekilde anlaşılmayan bir kova dolusu gül yaprağı popstar kliplerine yakışır bir görüntü ile havada daireler çizerek yağdı Salih Arda’nın kafasından aşağı. Bu pembe, bu al ve bu kokulu yağmurun ardından; bu kez kovanın kendisinin, yıkılmış, yorgun, güçsüz ve bir o kadar şaşkın adamın kafasına metrelerce yüksekten düşmesiyse onu yere yıkmaya yetmişti. Gül yapraklarına bulanmış, elindeki iki Migros torbasıyla Şişli’nin en işlek köşelerinden birinde boylu boyunca yatan Salih Arda Nazar; her gün İstanbulluları güldüren binlerce ironik ya da trajikomik görüntüden birisi oluvermişti aniden.
~ . ~ . ~ . ~
~ . ~ . ~ . ~
Kocasının bir top-model edasıyla Şişli Belediyesi kaldırımlarında uzandığından habersiz olan Nazar Nazar, onu öldürme planlarını yapmak ve bunu düşünmenin getirdiği nefes darlığından kurtulmak için sokaklarında yeni açılan muhallebiciye gitmişti. Bu nedenle birkaç dakika sonra hayırsever bir vatandaşın saatlerce ısrarla çaldırdığı ev telefonunu asla açamadı. Şişli esnafından olan hayırsever vatandaş, kafasında bir torba buzla bir sandalyeye oturtmuş olduğu adamın cep telefonunu karıştırırarak “Ev” ibaresini bulmuş ve yeşil tuşa basmış; fakat bir yakına ulaşma çabalarının ilki sonuç vermemişti.
Kocasına olan nefretini ve her gün televizyon, ocak, çamaşır makinesi, ütü, bulaşık makinesi, mutfak tezgahı ve lavabo önünde döktüğü gözyaşlarını dizginlemenin tek yolunun onu kendi elleriyle öldürmek olduğuna inandığı anda evden çıkmıştı Nazar Nazar. Sonrasında kendini bu muhallebicideki bir sandalyede otururken bulmuş; elindeki poşetin içinde henüz paketleri açılmamış yepyeni, boy boy bıçakları gördüğünde neye uğradığını şaşırmış ve neye uğradığına bir açıklık getirebilmek için ilk tatlısını sipariş etmişti.
Nazar Nazar’ın canı, bugüne dek zor bir durumla karşılaştığı her anda olduğu gibi sütlaç çekmişti. Kısacası, o an bir muhallebicide oturuyor olması kadar doğal bir şey olamazdı. Fakat tek engel “Fütlaç” sipariş etmenin doğurabileceği gülünç durumun ensesinden akıttığı soğuk terlerdi. Bunu geciktirmek için sipariş ettiği ilk tatlısı kazandibi ile zihnini yeterince açamamış, sütlaç özlemini de tabii ki dindirememiş olan Nazar Nazar, şansını bir de keşkülle denemişti. “Fütlaç” isteyecek cesaretiyse ancak onun üzerine bir de tavukgöğsünün tadına bakınca bulmuştu kendinde. Tez zamanda kanına karışacak olan şeker miktarının metabolizmasına nasıl bir zarar vereceğini ise hesap etmemişti nedense. Oysa Nazar Nazar’ın henüz haberi olmasa da; kocasının öleceği o gün, on üç yıl sonra kendi ölümüne neden olacak olan şeker hastalığının tetiklenmesine kendi elleri, ağzı ve boğazıyla yol açtığı gün olarak geçecekti kişisel tarihine.
Saatlerce aynı noktada kan şekerini yükseltmeye devam ederek oturduktan sonra kurguladığı plan, kendince kusursuzdu. Kocası işten döndüğünde her şey normalmiş gibi davranacak; vahşi hayat arkadaşı duştan çıkıp, Türk veya Dünya edebiyatının seçkin örneklerinden biri ile mağarasına çekildiği anda yepyeni bıçaklarıyla saldırıya geçecekti Nazar Nazar. Kocasının okurken girdiği dünya, kendisini dış dünyaya kapamaya yetiyordu ve ona dokunmadıkça ya da bir şey söylemedikçe vücudunun hiç bir parçasını sayfa çevirmek dışında kıpırdatmıyordu ne de olsa. Bu kez ona dokunduğundaysa, bıçaklar çoktan iç organlarını doğramış olacak, hiçbir küfür sarfetmeye fırsatı olmayacaktı zavallı adamın.
Evet; Nazar Nazar, o gün saat 18:30’da öldürecekti kocasını.
Kocasına olan nefretini ve her gün televizyon, ocak, çamaşır makinesi, ütü, bulaşık makinesi, mutfak tezgahı ve lavabo önünde döktüğü gözyaşlarını dizginlemenin tek yolunun onu kendi elleriyle öldürmek olduğuna inandığı anda evden çıkmıştı Nazar Nazar. Sonrasında kendini bu muhallebicideki bir sandalyede otururken bulmuş; elindeki poşetin içinde henüz paketleri açılmamış yepyeni, boy boy bıçakları gördüğünde neye uğradığını şaşırmış ve neye uğradığına bir açıklık getirebilmek için ilk tatlısını sipariş etmişti.
Nazar Nazar’ın canı, bugüne dek zor bir durumla karşılaştığı her anda olduğu gibi sütlaç çekmişti. Kısacası, o an bir muhallebicide oturuyor olması kadar doğal bir şey olamazdı. Fakat tek engel “Fütlaç” sipariş etmenin doğurabileceği gülünç durumun ensesinden akıttığı soğuk terlerdi. Bunu geciktirmek için sipariş ettiği ilk tatlısı kazandibi ile zihnini yeterince açamamış, sütlaç özlemini de tabii ki dindirememiş olan Nazar Nazar, şansını bir de keşkülle denemişti. “Fütlaç” isteyecek cesaretiyse ancak onun üzerine bir de tavukgöğsünün tadına bakınca bulmuştu kendinde. Tez zamanda kanına karışacak olan şeker miktarının metabolizmasına nasıl bir zarar vereceğini ise hesap etmemişti nedense. Oysa Nazar Nazar’ın henüz haberi olmasa da; kocasının öleceği o gün, on üç yıl sonra kendi ölümüne neden olacak olan şeker hastalığının tetiklenmesine kendi elleri, ağzı ve boğazıyla yol açtığı gün olarak geçecekti kişisel tarihine.
Saatlerce aynı noktada kan şekerini yükseltmeye devam ederek oturduktan sonra kurguladığı plan, kendince kusursuzdu. Kocası işten döndüğünde her şey normalmiş gibi davranacak; vahşi hayat arkadaşı duştan çıkıp, Türk veya Dünya edebiyatının seçkin örneklerinden biri ile mağarasına çekildiği anda yepyeni bıçaklarıyla saldırıya geçecekti Nazar Nazar. Kocasının okurken girdiği dünya, kendisini dış dünyaya kapamaya yetiyordu ve ona dokunmadıkça ya da bir şey söylemedikçe vücudunun hiç bir parçasını sayfa çevirmek dışında kıpırdatmıyordu ne de olsa. Bu kez ona dokunduğundaysa, bıçaklar çoktan iç organlarını doğramış olacak, hiçbir küfür sarfetmeye fırsatı olmayacaktı zavallı adamın.
Evet; Nazar Nazar, o gün saat 18:30’da öldürecekti kocasını.
~ . ~ . ~ . ~
Babası aksiydi, babası umursamaz. Babası problemli, babası anlayışsız... Ve bir başka sıfat vardı ki babasının isminin önüne koyulabilecek, her gün daha bir açgözlülükle daha fazlası istenen bağımlılık yaratıcı o özgürlük maddesinin kışkırtıcı etkisiyle bunu kanıtlamak için yanıp tutuşuyordu Nazlı Nazar. Babası, ölümlüydü.
Bu fikir uzun zamandır kurcalıyordu genç kızın beyin kıvrımlarını. Değil hamile olmak, erkek arkadaşıyla yattığını; hatta değil aynı odada uyumak, öpüştüğünü duysa deliye dönerdi babası. Kızının erkek arkadaşı olduğunu öğrendiği genci dövdürttüğü günden beri, Nazlı daha asi olmuş, Salih Arda Nazar da kızının hayatını lise yıllarındakinden daha beter bir zindana dönüştürmek için elinden geleni yapmaya başlamıştı. Bir hafta odasına kapatıldığında bileklerini kesmesinin de, hastaneden çıkınca tekrar odasına kapatıldığında bir şeyler yemeyi kestiği için fenalaşmasının da, tekrar hastaneden çıkıp özgür bırakıldığında haftaların özlemi ve azgınlığıyla hiçbir önlem almadan sevgilisinin koynunda akılalmaz cambazlıklar yapmasının da suçlusu babasıydı. Bu durumda karnındaki istenmeyen canlının da tek sorumlusu babasından başkası olamazdı.
Okulun kapısından çıktığı anda sabahtan beri yağmakta olan yağmurun eseri ıslak ve kaygan zemini unutarak bir hız gösterisi yapmaya çalışan ikinci sınıflardan birinin kullandığı siyah Alfa 147, Nazlı’nın gözleri önünde sokakta beklemekte olan kamyonete çarptı. Çarpmanın etkisiyle kasasında yüklü olan borular dört bir yana saçılan kamyonetin şoförü, olanları gördüğünde Nazlı’nın babasınınkilerin yaratıcılığıyla kıyasladığında kendisine oldukça sıradan gelen bir dolu küfürü sıralayarak aracının yanına geldi. Nazlı o gün orada dururken, aynı adamın kullandığı aynı kamyonetin on üç hafta sonra aynı sokakta kendisine çarparak ölümüne neden olacağındansa tabii ki habersizdi.
Ve o an, olay yerinden yuvarlanarak önce sola, sonra sağa sonra tekrar sola dönen, sokağın karşısına geçen, kaldırıma çıkan, karşı yönden gelen öğrencilerin ayaklarına takılmamaya çalıtığından etrafında fır dönen küçük bir boru parçası, Nazlı’nın ayağının dibine kadar geldi. Ve Nazlı, bunu farkettiğinde; o boruyu babası işyerinden dönmüş duş alırken gizli ve sessizce girdiği banyoda adamın kafasına geçirip; sonrasında saç kurutma makinesini fişe takarak adamın baygın vücudunun yattığı küvetin içine bırakacağı sahneyi zihninde canlandırdı. Gülüyordu, planı kendince kusursuzdu.
Babasının tüm kıskançlığına ve sahiplenişine rağmen her duşa girişinde “yanlışlıkla” süsü vererek içeri dalıp, kızının olgunlaşan güzel vücudunu seyrettiğininin ne kadar farkındaysa, her hafta bir tanesi eksilen iç çamaşırlarının nereye kaybolduğunun da farkındaydı. Düşünmek bile istemediği dehşet verici bir başka sahnenin gerçekleşmesini hiçbir zaman istemediğinden, kızlığının bozulduğunu hayatındaki en değerli sır olarak saklıyordu babasından. Ve ayağının dibinde duran küçük ve kısa boru parçasıyla zihninde canlandırdığı bu cinayet sahnesinin en güzel yanı; uğradığı tacizlerin öcünü alırcasına onlarla aynı mekanda gerçekleşiyor olmasıydı.
Evet; Nazlı Nazar, o gün saat 18.20’de öldürecekti babasını.
Bu fikir uzun zamandır kurcalıyordu genç kızın beyin kıvrımlarını. Değil hamile olmak, erkek arkadaşıyla yattığını; hatta değil aynı odada uyumak, öpüştüğünü duysa deliye dönerdi babası. Kızının erkek arkadaşı olduğunu öğrendiği genci dövdürttüğü günden beri, Nazlı daha asi olmuş, Salih Arda Nazar da kızının hayatını lise yıllarındakinden daha beter bir zindana dönüştürmek için elinden geleni yapmaya başlamıştı. Bir hafta odasına kapatıldığında bileklerini kesmesinin de, hastaneden çıkınca tekrar odasına kapatıldığında bir şeyler yemeyi kestiği için fenalaşmasının da, tekrar hastaneden çıkıp özgür bırakıldığında haftaların özlemi ve azgınlığıyla hiçbir önlem almadan sevgilisinin koynunda akılalmaz cambazlıklar yapmasının da suçlusu babasıydı. Bu durumda karnındaki istenmeyen canlının da tek sorumlusu babasından başkası olamazdı.
Okulun kapısından çıktığı anda sabahtan beri yağmakta olan yağmurun eseri ıslak ve kaygan zemini unutarak bir hız gösterisi yapmaya çalışan ikinci sınıflardan birinin kullandığı siyah Alfa 147, Nazlı’nın gözleri önünde sokakta beklemekte olan kamyonete çarptı. Çarpmanın etkisiyle kasasında yüklü olan borular dört bir yana saçılan kamyonetin şoförü, olanları gördüğünde Nazlı’nın babasınınkilerin yaratıcılığıyla kıyasladığında kendisine oldukça sıradan gelen bir dolu küfürü sıralayarak aracının yanına geldi. Nazlı o gün orada dururken, aynı adamın kullandığı aynı kamyonetin on üç hafta sonra aynı sokakta kendisine çarparak ölümüne neden olacağındansa tabii ki habersizdi.
Ve o an, olay yerinden yuvarlanarak önce sola, sonra sağa sonra tekrar sola dönen, sokağın karşısına geçen, kaldırıma çıkan, karşı yönden gelen öğrencilerin ayaklarına takılmamaya çalıtığından etrafında fır dönen küçük bir boru parçası, Nazlı’nın ayağının dibine kadar geldi. Ve Nazlı, bunu farkettiğinde; o boruyu babası işyerinden dönmüş duş alırken gizli ve sessizce girdiği banyoda adamın kafasına geçirip; sonrasında saç kurutma makinesini fişe takarak adamın baygın vücudunun yattığı küvetin içine bırakacağı sahneyi zihninde canlandırdı. Gülüyordu, planı kendince kusursuzdu.
Babasının tüm kıskançlığına ve sahiplenişine rağmen her duşa girişinde “yanlışlıkla” süsü vererek içeri dalıp, kızının olgunlaşan güzel vücudunu seyrettiğininin ne kadar farkındaysa, her hafta bir tanesi eksilen iç çamaşırlarının nereye kaybolduğunun da farkındaydı. Düşünmek bile istemediği dehşet verici bir başka sahnenin gerçekleşmesini hiçbir zaman istemediğinden, kızlığının bozulduğunu hayatındaki en değerli sır olarak saklıyordu babasından. Ve ayağının dibinde duran küçük ve kısa boru parçasıyla zihninde canlandırdığı bu cinayet sahnesinin en güzel yanı; uğradığı tacizlerin öcünü alırcasına onlarla aynı mekanda gerçekleşiyor olmasıydı.
Evet; Nazlı Nazar, o gün saat 18.20’de öldürecekti babasını.
~ . ~ . ~ . ~
Kardeşinin, güllaç hazırlarken kullandığı gül suyuna batırılmış yufka dilimleri gibi Şişli’nin işlek bir caddesinde uzandığından habersiz olan Nazan Nazar, onu öldürme planlarını yapmak ve bunu düşünmenin getirdiği nefes darlığından kurtulmak için felçli annesini uyutarak, yan sokaktaki parka gitmişti. Bu nedenle, ailenin suskun gelinini arayan aynı hayırsever vatandaşın saatlerce ısrarla çaldırdığı ev telefonunu o da asla açamadı. Hayırsever vatandaş, “Ev” ibaresinden umudu kestiğinde bu kez “Anne” anahtar sözcüğü ile karşılaşmış ve hattın ucunda karşılaşacağı ve yaşlı olduğunu düşündüğü hanımefendinin, vereceği haber üzerine bir kalp krizine maruz kalmaması için en uygun sözcükleri aramaya koyulmuştu. Bulduğundaysa, bir kez daha yeşile basmış ve yeni bir bekleyişe başlamıştı.
Baba yadigârı tabanca, yıllardır durduğunun aksine salondaki büfenin çekmecesinde değil, Nazan Nazar’ın çantasında duruyordu şimdi; çantası da kucağında. Nazan Nazar’ın kendisiyse endişeli ve boş bakışlarla parktan gelen geçeni seyrediyordu oturduğu banktan. Sanki çantayı bile görmeleri halinde niyetini anlayacaklarmış gibi, görünmemesi için çantasının üstüne kapanıvermişti. On üç ay sonra başlayacak bel ağrılarının sonucunda gideceği doktorun sarfedeceği “ameliyat” sözcüğünün gerçekleştiği gün ameliyathaneden asla çıkamayacağını ve tüm bunlara o gün saatlerce kıpırdamadan parktaki bankta o pozisyonda oturuşunun neden olacağını ise hiç tahmin edemezdi Nazan Nazar.
Kararı kesindi, planıysa kusursuz. Birazdan gelecek ilk otobüse atlayarak Avrupa Yakası’na geçecek, kardeşi işten döndüğünde binanın girişinde onu bekliyor olacak ve apartmanın kapısı açılır açılmaz ateş edecekti. Böylece hem yılların nefretini bir kurşunla kardeşinin kalbine, beynine ya da neresine denk gelirse püskürtmüş olacak; hem de –Allah gecinden versin- annesi öldüğünde, dedesi ve babasından aileye kalmış olan mirasın tek varisi olacaktı.
Evet; Nazan Nazar, o gün saat 18:10’da öldürecekti kardeşini.
Baba yadigârı tabanca, yıllardır durduğunun aksine salondaki büfenin çekmecesinde değil, Nazan Nazar’ın çantasında duruyordu şimdi; çantası da kucağında. Nazan Nazar’ın kendisiyse endişeli ve boş bakışlarla parktan gelen geçeni seyrediyordu oturduğu banktan. Sanki çantayı bile görmeleri halinde niyetini anlayacaklarmış gibi, görünmemesi için çantasının üstüne kapanıvermişti. On üç ay sonra başlayacak bel ağrılarının sonucunda gideceği doktorun sarfedeceği “ameliyat” sözcüğünün gerçekleştiği gün ameliyathaneden asla çıkamayacağını ve tüm bunlara o gün saatlerce kıpırdamadan parktaki bankta o pozisyonda oturuşunun neden olacağını ise hiç tahmin edemezdi Nazan Nazar.
Kararı kesindi, planıysa kusursuz. Birazdan gelecek ilk otobüse atlayarak Avrupa Yakası’na geçecek, kardeşi işten döndüğünde binanın girişinde onu bekliyor olacak ve apartmanın kapısı açılır açılmaz ateş edecekti. Böylece hem yılların nefretini bir kurşunla kardeşinin kalbine, beynine ya da neresine denk gelirse püskürtmüş olacak; hem de –Allah gecinden versin- annesi öldüğünde, dedesi ve babasından aileye kalmış olan mirasın tek varisi olacaktı.
Evet; Nazan Nazar, o gün saat 18:10’da öldürecekti kardeşini.
~ . ~ . ~ . ~
Salih Arda Nazar, Şişli esnafından olan hayırsever vatandaşa tüm kibarlığıyla teşekkür etti ve üzerindeki son gül yapraklarını da dükkânın zeminine silkeleyerek saatlerdir oturduğu sandalyeden kalktı. Saatler önce işten kovulduğunu kavramasına neden olan kol saati, tam olarak 17.12’yi göstermekteydi.
İçinde bulundukları kovanın darbesi olmasa, gül yapraklarının kafasına yağdığı o anın tüm moralini yerine getirdiğini söyleyebilecek ve hatta mutlu görünecekti Salih Arda Nazar. Gerçekten de, bir değişiklik hissediyordu o dramatik andan bu yana. Ve işin garip tarafı, onu tanıyanlar tarafından da farkedilebilecek bir değişimdi bu: Salih Arda Nazar, üç buçuk saatten fazladır küfür etmemişti. Gül yapraklarının mucizevî bir şekilde değiştirdiği bu adam, artık mutluydu sanki. Yeni bir hayata başlamak ve bu hayatında iyi bir insan olmak istiyordu Salih Arda Nazar. Bu kararını ölümünün kaçınılmaz olduğu tek günde verdiğini ise ne yazık ki bilmiyordu.
Tam o anda dükkân sahibi seslendi arkasından: “Yakınlarınızı aramaya çalıştım, fakat ulaşamadım. Endişelenmişlerdir.”
~ . ~ . ~ . ~
Nazlı Nazar, eve gelip de babasının apartman önündeki kanlar içindeki cesedini gördüğünde, halasının beş dakika önce gözyaşlarıyla sokaklarından koşarak uzaklaştığını bilmiyordu. Cansız adamın üzerinden atlayarak ve kendisine sorular sormaya niyetli gözüken ahalinin arasından sıyrılarak koşar adım çıktı merdivenleri. Kapı açık değildi, çalan zil de bir sonuç getirmediğine göre annesi de evde değildi. Tekrar dışarı çıktı, orada da yoktu yeni-dul annesi. Elindeki boruyu kimseye farkettirmeden apartmanın önündeki çöp kutusuna attı. Polis henüz gelmemişti ve geldiğinde soracakları muhtemel sorulardan kaçmak için, okuldan neden erken çıktığını açıklamamak için hemen uzaklaştı oradan. Yalnız bıraktı babasını.
~ . ~ . ~ . ~
Nazar Nazar, eve gelip de kocasının apartman önündeki kanlar içindeki cesedini gördüğünde, görümcesinin on dakika önce gözyaşlarıyla sokaklarından koşarak uzaklaştığını bilmiyordu. Cansız adamın bedeninin yanında diz çöktü hemen. Düşündükleri için kendini suçlamaya başlıyordu ki, elinde tuttuğu torbanın günah dolu içindekiler listesi geçti zihninden satır satır. Kendisine sorular sormaya niyetli gözüken ahalinin arasından sıyrılıp koşarak uzaklaştı oradan. Elindeki torbayı kimseye farkettirmeden sokağın başındaki çöp kutusuna attı. Polis henüz gelmemişti ve geldiğinde soracakları muhtemel sorulardan kaçmak için, evde olması gereken bu saatte neden evde olmayıp olanlara tanık olmadığını açıklamamak için hemen uzaklaştı oradan. Yalnız bıraktı kocasını.
~ . ~ . ~ . ~
Nazan Nazar, yıllardır uğramadığı o sokağa girip de kardeşinin apartman önündeki kanlar içindeki cesedini görmeden önce, adamın her günkü rutininden saparak erkenden eve geldiğini bilmiyordu. Kimse fark etmemişti henüz olanları, etraf sakindi. Bir an bile duraksamadan aynen geri döndü ve koşarak uzaklaştı oradan. Çantasındaki baba yadigârı silahı ilk gördüğü çöp kutusuna atmaya kıyamadı. Eve döndüğünde onu yıllardır durduğu yere geri koymaya ve bir daha asla çıkarmamaya karar verdi. Ve gitti, yalnız bıraktı kardeşini.
~ . ~ . ~ . ~
Salih Arda Nazar yeni hayatına başlamış olmanın içine soktuğu Polyanna’yı bir anda karabasana dönüştürecek laflarını duyduktan sonra dükkân sahibinin, evine döndü. Ve yüzleşmeye başladı anılarıyla. Her anı bir adım daha attırdı ona, her adım bir anıyı getirdi aklına. Tüm evi dolaştı. Karısını dövdüğü, karısına sövdüğü her noktayı, yemeği beğenmediği için karısına fırlattığı tavanın kırdığı aynanın durduğu duvarı, annesini umursamadığını yüzlerce kez küfürlerle ablasına haykırdığı telefonun durduğu köşeyi, kızına yaptığı her pisliğin gerçekleştiği mekânı ve her bir parçası aklına geldikçe içini daha fazla kemirmeye başlayan tüm geçmiş zamanlarını gördü evin duvarları arasında. Hayır, emindi, kimse endişelenmemişti yokluğunda. Ölse bile umurlarında olmazdı, sevinirlerdi hatta.
~ . ~ . ~ . ~
İnsanın kendi canına kıyması, birçok kültürde, birçok dinde “cinayet” olarak anlatılırdı. Gerçeklerle yüzleşmekten kaçtığı çaresizlik anları onu bu günahı işlemeye iter ve ister beynini delen bir kurşunla, ister tavana astığı bir halatla, ister bilek damarlarını parçalayan bir jiletle olsun bir sonuca varacağını düşündürürdü ona. Bazen de kendini boşluğa bırakırdı insan; tıpkı gözyaşları içinde dördüncü kattaki evlerindeki salonun balkonundan, şansına küfrederek kendini aşağı bırakan Salih Arda Nazar gibi.
Evet; Salih Arda Nazar, 17:50’de öldürdü kendini.
Okumuş olsaydı en sevdiği yazarın en ünlü kitabını, büyülü gerçekliğe çok daha fazla inanır, ağzından çıkan “keşke”ler eşliğinde siler tüm anılarını, sokağın ıslak asfaltından beynine doğru akıttırırdı kanını. Ama ne yazık ki bu mümkün olmadı. Çünkü yüzyıllık yalnızlığa mahkûm edilenlerin, yeryüzünde ikinci bir deney fırsatları olmazdı.
Emre Eminoğlu