PORTAKALLAR(*)
Nisan 2007
“Rüzgârlardan rüzgârlara yıkım gelmez hiçbir zaman
O çocuklar o portakalları ölür de yemez”
(Afşar Timuçin, Bir Akşamda Çocukların Türküsü)
Yakup o sabah bundan önceki sabahlarda hiç olmadığı kadar kararlı uyandı uykusundan. “Korkacak bir şey yok ki!” dedi kendi kendine. Belki de biraz yüksek sesle söylemişti bu ‘kendi kendine’ kısmını ki; oduncu babasının büyük bir geleneksellik ve sıradanlıkla adını koyuverdiği Karabaş kıpırdanmış ve kafasını ona doğru çevirmişti havasız odanın yarı-aydınlığında.
Yedi kardeşin en küçüğü değildi Yakup. Bu nedenle en çok üzerine düşülen; köy şartları, odunculuk piyasası ve aile bütçesi elverdiğince her istediği yapılan o değildi. Yedi kardeşin en büyüğü de değildi Yakup. Ve bu yüzden yedi köşeli bu kardeşliğin içinde en çok sözü geçen de o değildi ne yazık ki. En yakın kasabaya gitmek için o lanet olası, upuzun, korkutucu yoldan geçmeyi gerektiren bu köyde tıkılıp kalmıştı. Ergenlik sorunlarıyla başa çıkabileceği en son yerde…
Öyle her köy çocuğununkinden ibaret de değildi hani ergenlik sorunları! Ne dayısının oğlu Yusuf gibi muhtarın kızını düşlemekten aklı bir karış havada geziniyordu ortalıkta; ne de komşunun oğlu İbrahim gibi kendisinden nefret etmekle meşguldü. Hem bunlar bile zordu bu ufacık köyde: Ne şehirli çocuklar gibi özgürce koşulabilirdi sevdiğinin peşinden; ne de doğru düzgün depresyona girilebilirdi, kapanıp ağlayacak kadar kişisel bir alan vaat edilmediği için her birine. Yakup’un dertlerinin sayısı ‘bir’ ile geçiştirilemeyecek denli büyük olmakla kalmayıp, ‘pi’ sayısı kadar da karmaşıktı hâlbuki. 15 yaşındaydı sadece… Ve 15 yılda; cami başına 10 hane düşen bu köyde Allah’ın varlığını sorgulayabilen tek insan olmanın zorluklarını, gazetelerin bir gün sonra ulaştığı dört televizyonlu bir köyde sinemacı olma hayallerinin gerçekleşebilmesinin imkânsızlığıyla aynı kazanda eritmeyi başarmıştı. Aynı kazana bir de kıllı birer maymun gibi dolaşan akranları arasında sakalları ucunu göstermeyen tek canlı olmanın dayanılmazlığı eklendiğinden, köyün en yaşlı insanlarından bile daha yorgun ve yaşlanmış sayılabilirdi Yakup.
~ . ~ . ~ . ~
Karabaş’a bir “şşşt!” çekerek doğruldu yatağın içinde. Sessizce kalktı yattığı yerden ve yatmadan önce hazırladığı günlük olmaktan en uzak kıyafetlerini geçirdi üzerine. Almanya’dan ziyarete gelen eniştesinin armağanı kot denilen havalı pantolonunu ve bayramlık beyaz gömleğini hazırlamıştı. Bir de yazın köyün etrafındaki yamaçlardan gelen ürpertici rüzgârdan, kışınsa soğuğun ta kendisinden korumak için dikilmiş olan siyah hırkasını… Ve gece herkes uyuduktan sonra, karanlıkta hazırlamıştı tüm bunları. Özenle seçtiği – ve annesinin muhtemelen bayram gibi mübarek bir günün dışında üzerinde görmesi halinde kıyameti koparacağı – kıyafetlerini ve yaz-kış demeden her gün omzunda taşıdığı sırt çantasını… Harekete geçti; artık kaybedecek zamanı yoktu, olmamalıydı. Kardeşi Fatma’nın parmaklarına basmamak ve her gözünü açışında köyün tüm müezzinlerinin toplamı bir desibelde ağlayan küçük Ali’yi uyandırmamak için akıl almaz bir titizlik gösteriyordu. Adeta yavaş çekimde hareket ediyordu.
Bu çekim tekniğinin ve daha birçok başka sinematografik terimin adını saplantı derecesindeki sinema merakına borçluydu Yakup. Sinemaya ilk kez 6 yaşındayken gitmişti. Titanik’ti filmin adı. Zorlu bir yolculuk sonunda ailece Kasaba’ya uğradıkları nadir hafta sonlarından biriydi. Kasaba’daki tek sinemanın girişinde kocaman harflerle ‘11 Oskarlı’ yazıyordu. Hemen altındaki ‘Ölümsüz bir aşk hikâyesi’ ibaresi ise ailesinin o salona girmemesi için başlı başına bir nedendi. Kaldı ki, sinemayla hiçbir zaman tanışmamıştı Yakup’un ailesinin fertleri. Yakup o günlerde ailenin en küçüğü olmanın verdiği şımarabilme ayrıcalığından faydalanarak, piknik yapmakta olan ailesinin kaba reisinden lunaparka gitmek üzere izin almayı başarabilmişti. Oduncu babası onun bir atlıkarıncada dönüp durduğunu sanadursun; yasak olanın cazibesi, 6 yaşındaki zihninin derinliklerindeki merakla birleşince kendini Lale Sineması’nın beşinci sırasının 6 numaralı koltuğunda buluvermişti Yakup.
Yıllar boyunca, her Kasaba ziyaretlerinde Lale Sineması’na kaçmıştı. Kardeşlerini lunaparka götürme görevi kendisine verildiğindeyse her şeyin farkında olan ablası yetişmişti imdadına ve yine aynı koltuklara kaçmıştı. On yıl sonra, biliyordu artık ‘Oskar’ın ne demek olduğunu. Onlarca film görmüştü, hepsini ezbere biliyordu. Gazetelerden ‘sinema’ anahtar sözcüğünün geçtiği her haberi defalarca okuyordu. Etraftan bulduğu eski metal ve elektronik parçalarıyla dış görünümü kamerayı hatırlatan bir de oyuncak yapmıştı kendine. Gerçek bir kameranın yaptıklarını yapamasa da, istediği her şeyi kaydedebileceğine inanıyordu bu kamerayla Yakup. Hayatı bir filmdi onun! Ve artık zamanının geldiğine inanıyordu: Kasaba’ya gidecek, ilk İstanbul otobüsüne atlayacak ve yıllardır biriktirdiği tüm parasını bu yılki Film Festivali’nde harcayacaktı.
~ . ~ . ~ . ~
Sabahın ilk ışıklarıyla dışarıya çıktığında, kapıdan baktıran Mart’ın son günlerinde yeniden boy gösteren soğuk hava yüzünü bir bıçak gibi kesti Yakup’un. Fakat planlarında olmayan bu meteorolojik değişim bir an olsun tereddüde düşürmedi onu. Çok az da olsa korku vardı içinde, ama umudunu asla kaybetmeyecekti. Başına her ne gelirse gelsin İstanbul’a ulaşacak, sinemanın önündeki bilet kuyruğunda yerini alacak ve parası yettiğince film seyredecekti. Kimseye haber vermeden çıkmış olduğu bu yolculuğun onu en çok korkutan süreciyse Kasaba’ya varıştı.
Evleri köyün Doğudaki Orman’a en yakın hanesiydi; yani diğer evlere göre yamacın en yüksekteki noktasına kurulmuş olanı. Dere kıyısına inmek sorun değildi. Bunu kimseye görünmeden yapmaksa, neredeyse bir mucizeyi gerektiriyordu. Köprü’yü geçtikten sonra Batıdaki Orman’ın içine dalması, son yıllarda köydeki motorlu taşıt sayısındaki gözle görülür artışa rağmen halen dar olan orman yolunda ilerlemesi ve son olarak Fabrikaların Olduğu Yer’den geçerek Kasaba’ya sağ bir şekilde adım atabilmesi gerekiyordu. Ailecek bunu yıllardır çok kez yapmışlardı. Yolculuk en fazla yarım gün sürüyordu yürüyerek. Ama bu kez Yakup tek başınaydı, oysaki korkularını yenmesi için ona yardım edebilecek tek bir türkü bilmiyordu başından sonuna dek. Beyninin kıvrımlarını işgal eden tek şey filmlerdi.
~ . ~ . ~ . ~
Yakup kimseye görünmeden Dere’ye ulaşmayı başaramadı. Onu önce yengesi, sonra da İbrahim’in annesi görmüştü. Olaylar, sırasıyla köy meydanında ve Dere’ye giden son sokakta gerçekleşmişti. Yakup ise bu kadınları sırasıyla İbrahimgillere ve Yusufgillere gitmekte olduğuna inandırmıştı. Analitik düşünen bir çocuktu ve planlamıştı her şeyi: Kaybolduğunun farkına varan ailesi köyde ufak çaplı bir sorgulamaya girişecek, Yakup bir türlü ortaya çıkmayınca ortalık gerginleşecek ve zaten arası bozuk olan akrabalarının ve komşu ailenin arası bozulacaktı.
Tam o anda sabah ezanı okunmaya başladı, ortalıkta neden hiç erkek olmadığını da açıklayan bu ses; Yakup’un planının kusursuzluğunun başka bir kanıtıydı sanki. Fakat insanları birbirine düşürmenin, hele ki bunu kendi çıkarları için isteyerek yapmanın ne derece günah olarak sınıflandırılacağını sorgulamadan da edemedi. Ama içindeki küçük ateist ağır bastığı saniyede ezan sesine aldırmaksızın gaz çıkarmadan da duramadı. Ve annesinin kaotik sesi yankılandı kulaklarında: “Allah’ın gücüne gider terbiyesiz!”.
Dere’ye ulaşmasına çok az kaldığı bir noktada, Musa Efendi’nin çeşit bakımından lüküs semt pazarlarını aratmayan tezgâhı tüm rengârengiyle karşısındaydı. Susamıştı Yakup. Tezgâhının başında uyumakta olan Musa Efendi’yi su istemek için uyandırmasıysa ona bir başka yalan olarak geri dönecekti muhtemelen. Zekâsının kıvraklığını bir kez daha ortaya dökerek; karşılaştığı ufak çaplı sorguya İbrahimgiller’den çıkıp, Yusufgillere doğru gittiği şeklinde yanıt verdi. O anda parlayıverdi Yakup’un gözleri. Yaşlı adam tezgâhın altından çıkardığı bardağa su doldurmaktayken, onun bakışları tezgâhın sağ ön tarafındaki portakallarda takılı kalmıştı.
Portakalların çok özel bir yeri vardı Yakup’un küçük metraj dünyasında. Turunçgillerden bu turuncu organik küreler; sevdiği bir meyve olmanın yanı sıra, bir hayalin simgesiydi çünkü onun için. Antalya Altın Portakal Film Festivali’nin adını duyduğunda, henüz yeni başlamıştı sinema sevgisi küçük bedenini işgal etmeye. En sevdiği meyveyi, kocaman ve altından düşlemek mest etmişti onu. Yıllar geçtikçe ödülün sanatsal değerini de anlamaya, daha da önemlisi ödüllendirilmenin sosyal önemini kavramaya başlamıştı. İşte ondan sonra girmişti aklına ve hayallerine; şu an çantasında taşıdığı gibi hurda yığınından bir oyuncakla değil, gerçek bir kamerayla gerçek bir film çekmek ve altından bir portakala sahip olmak.
~ . ~ . ~ . ~
Musa Efendi’nin verdiği portakalları çantasına attığından birkaç yüz adım sonra çalıların ardından Dere’nin seslerini duymaya başlamıştı Yakup, o ıslak çizgiyi göremiyor olsa bile. Zaten sabahın erken saatlerinde köyün bu alçak kısımlarını kapladığını adı gibi bildiği sis nedeniyle görebileceği yerlerden de göremeyecekti onu büyük ihtimalle. Ama bu sis korkuturdu Yakup’u. Küçüklüğünden beri başına ne kötülük geldiyse, sisle bağlantılıydı bir şekilde. Sünnetçi Davut Amca onunkini keserken yanındaki adamlara yolların sis nedeniyle kapanmış olduğundan bahsetmiş, ninesinin hastalığı sisli bir havada başlamış ve bir yaz çubuk dondurmasından çıkan bedava şansını sisli bir havada Dere’ye düşürmüştü örneğin.
Korkularını yenmek için yanına aldığı Kamerasını çıkardı çantasından hemen ve etrafı çekmeye başladı omzuna yerleştirdiği oyuncağıyla. Hayal gücünün tam kapasiteyle çalıştığını hissetmek adımlarını sıklaştırmasını ve rahatlamasını kolaylaştırmıştı. Ve gördü onu: Uzakta bir kız oturmuş ağlıyordu. Ona doğru ilerledi, neden ağladığını sordu ve o anda fark etti Dere’nin ortasında duran devasa buzdağını. Islak kıyafetleriyle bu genç kız, sevgilisinin adını sayıklıyordu. Yakup’un içi parçalandı Dere’de yüzen her tahta parçası için kızın gözünde bir damla yaş olduğunu gördüğünde. Yanına oturdu. Elmaslardan klasik müziğe, sınıf farklılıklarından Amerika’ya kadar hiçbir fikri olmayan konularda onunla sohbet ederken buldu kendini. Ve sonra havada patlayan işaret fişeğini gördüğünde kızla vedalaştı Yakup: “Artık güvendesin, birazdan seni kurtarmaya gelirler. Benim gitmem lazım.”
Kamerasını omzundan indirdiğinde sis hâlâ dinmemişti. Fakat artık Köprü, tam önünde duruyordu. Küçük bir köprüydü bu, yalnızca yayalar için yapılmıştı. Köye girmek isteyen taşıtların daracık orman yolundan gelmiş olmaları yetmiyormuş gibi bir de dolanarak Dere’nin aşağısındaki büyük köprüyü kullanması gerekiyordu. Köprü’nün ilk basamağını çıktığı andan itibaren sisin nemli dokunuşu gitgide daha fazla belirginleşmeye başladı. Ve Kamerasını kaldırdı yine Yakup. Omuzlarına temas eden metali hisseder hissetmez de Dere’nin yukarısından gelen korsan gemisini gördü. Yelken direkleri köydeki tüm minarelerin toplamından bile yüksek; gövdesi köydeki tüm evlerin toplamından daha büyüktü sanki. Sisin ardından gözüken her ayrıntısı büyülüyordu Yakup’u. Ağzı açık bir şekilde Köprü’nün halatlarına tutunmuş gemiyi seyrederken arkasından duydu o sesi: “Hey, romun var mı?”.
Romun tam olarak ne olduğunu henüz keşfedememiş olan Yakup’un bugüne kadar içkiyle tek münasebeti, ağrısına karşı ablası tarafından dişine sürülen rakıdan ibaretti. Zaten dağın başındaki o köyde, rom ne gezerdi keşfetmiş olsa bile. Fakat bunların hiçbirini düşünmedi o anda. Yüzlerce boncuktan dizilmiş kolyeleri, uzun ve yağlı saçları, yüzükleri, etrafı simsiyah gözleri ve yırtılmış kıyafetleri ile tüm endamıyla karşısında duruyordu Kaptan Jack Sparrow! Kim aldırırdı romun ne olup ne olmadığına! “Yok…” dedi pastadan evi henüz görmüş bir Gretel ses tonuyla, gerçekten büyülenmişti. “Peki, öyleyse...” dedi korsan, çürümüş dişlerini gösterdiği bir sırıtmanın eşliğinde, “ne işin var burada?”. Yakup Kasaba’ya ulaşmaya çalıştığını söyledi ve yardım istedi kahramanından. Fakat sadece Köprü’nün sonuna kadar yardım edebileceğini söylemişti karşısındaki. Olsundu, en azından karşı kıyıya geçtiğinde azalacaktı sis ve azalacaktı korkusu. Her şeyden önemlisi, biraz daha yaklaşacaktı hayallerine.
Kaptanla vedalaştıktan sonra indirmişti Kamerasını Yakup. Karşı taraftaydı ve geriye sadece, sırasıyla Batıdaki Orman ve Fabrikaların Olduğu Yer’den geçen yolu takip etmek kalmıştı. Ürkek adımlarla orman yoluna girdi. Sisin azaldığını gördükçe azalan korkuları, ne yazık ki doğanın ürpertici sesleriyle aynen geriye geliyordu birer bumerang gibi. Hemen tepesindeki ağaçtan gelen karga seslerini duyduğunda iyice huzursuzlaşmıştı ve kendini bir kez daha Kamerasına sarılmaktan alamadı.
Yakup, akranlarına göre uzun bir çocuk sayılmazdı. Fakat karşısında kendisinden yaşça büyük olduğunu anlayabildiği halde daha kısa olduğunu fark ettiği, kıllı ayaklı çocuğu gördüğünde gülümsemeden edemedi: Bir eliyle boynundaki zinciri sıkı sıkı kavramış olan ve en az kendisi kadar ürkek bu çocuk, Frodo’dan başkası olamazdı. Derken ağaçların yürüme ve konuşma marifetlerini fark etti Yakup. Her ikisi de bu gerçek anlamda ‘canlı’ olan ormanın karşısında korkmuşlardı besbelli. Birbirlerine bakıyorlardı ve ilk konuşan ufaklık oldu. Amaç belirten “Bu yüzüğü yok etmem gerekiyor!” cümlesinin karşılığında kendi amacını söyleyiverdi Yakup. “Eğer...” dedi sonra. “Eğer benimle Kasaba’ya kadar gelirsen seni orada babamın arkadaşı Demirci Ömer Usta’ya götürürüm. O demiri bile eritiyor!” Hem sonra bir de İzak Amca vardı, hani şu kuyumcu dükkânı olan. İsterse yüzüğü orada satarlar, kazandıkları parayla festivalde Yakup’a eşlik edebilirdi yeni arkadaşı.
Birlikte yola devam etmeye başlamışlardı ki, Yakup’un ayağı o koskocaman kayaya takıldı. Dengesini kaybedişini, kendisini yerde otururken buluşu izledi. Kamerası artık kayıtta değildi ve yalnızdı Yakup. Ve bu düşüş gerçek tehlikenin farkına varmasını sağladı: O anda duydu ağaçların arkasından gelen konuşmaları. Ezilen otların yaklaşmakta olan seslerini… Bu kez hangi kahramanının karşısında belireceğine dair mutlu bekleyiş, yine de içindeki güvensizlik duygusunu yok edemedi. Hemen çantasına sakladı kıymetlisini. Ve aynı mutlu bekleyiş, sert bir ses tonuyla arkasında patlayan “Nereye gidiyorsun?” ve “Para var mı yanında?” sorularıyla hüsrana dönüştü.
~ . ~ . ~ . ~
Ve titriyordu Yakup. Karşısında duran bu palabıyıklı, iri insanlardan tam anlamıyla ölümüne korkuyordu; ve zaten ellerindeki silahlar parlıyordu ormanın karanlığının arasına sızan güneş ışıkları denk geldikçe, nefesini hızlandırıyordu adamların her göz kırpışı; ve evet simsiyahtı o gözler, onların gözlerine baktıkça daha çok titriyordu Yakup, titredikçe daha çok gözlerine bakası geliyordu. O anda gördü adamların arkasında duran çocuğu, kendisi yaşlardaki ama kendisinin aksine korkmayan çocuğu ve ondan bile korktu Yakup; çünkü o da onların yanındaydı, o da onlardan biriydi ve korkmadan yanlarında durduğuna göre en az onlar kadar korkutucu olmalıydı ve hayır, ne yazık ki, bir film değildi bu. Sonra kendisi yaşlardaki çocuğun kendinden büyük tüfeğini gördü ve daha da titredi, ki bu titreme en kötüsüydü ve bütün vücudunu sarsarcasına ayaklarından başlayıp kollarına, oradan da tüm vücuduna yayılmak üzere yola çıkmıştı; titreşimlerini hissediyor ve ölümüne korkuyordu ve korkusunun, her dakika daha da artan korkusunun gürültüsünden kendi düşüncelerini bile duyamıyordu. En sonunda bir anda olmaması gereken tek şey olageldiğinde çok daha kötüsünün olabileceğini anladı; çantası düştüğünde engel olamadı omuzlarına ya da o küçük, o çelimsiz kollarına; adamlar bakıyordu çünkü ve çok korkuyordu ve çantası ormanın tozlu ve daracık yollarına düşmüş ve düşmekle kalmamış açılmıştı. Ve portakallar dışarı fırlamış yuvarlanıyordu ve yavaş yavaş sakinleşmeye başlıyordu Yakup. Ve son portakal da durmuştu. Yakup’un cesareti geri gelmişti. Ama endişeliydi. Kamerası kırılmış mıydı?
Adamların yaklaşan adımlarına aldırmadan çantasına doğru eğildi. “Sana diyorum!” dedi arkasındaki ses, oyuncağının her parçasının eski yerinde durduğunu görüp çektiği “oh”un hemen ardından. “Tüysüz piç! Cevap ver!” diye böğürdü beriki. Kıçına yediği tekmeyi hissedip yere düşmekteyken sımsıkı sarılmıştı çantasına. Karşısındaki adamlarsa farkındaydı bu hassasiyetinin. “Ver bakalım, ne varmış o çantada” demişti palabıyıklı olan, fakat bu isteği sadece Yakup’un daha sıkı kavramasına neden olmuştu çantasını. “Allahsız!” dedi diğer adam başka bir tekmeyi takiben ve annesiyle ilgili cinsel içerikli birkaç lafı sıralamadan hemen önce.
“Allahsız” damgası, Yakup’un alışık olduğu bir şeydi. Camiden her kaçışında, annesine her cevap verişinde, ablasına her uygunsuz yakalanışında bu kelimeyi duyardı. Ve az önce ölümüne korktuğu bu adamların da ona bu tanıdık sözcükle hitap etmesi; korkusundan çok sempatisini artırmaya etkili olmuştu. Zaten korkmuyordu artık. Bir hayali vardı ve o hayal çantası yere düştüğü anda tekrar ortaya çıkıvermişti.
Kolundan morartırcasına tutup çeken palabıyıklı adam diğer eliyle de götünü sıkmakla meşguldü Yakup’un. Diğeriyse çantasını çekip aldı kollarından ve çocuğa fırlattı. İçi gitti çantasının havadaki yolculuğu sırasında, çocuksa kendi çantasıymışçasına güvenle yakaladı onu. Yakup’un endişeli bakışlarının gözetiminde açtı çantayı ve çıkardı Kamerayı. “O da neymiş lan?” dedi palabıyıklı adam kurbanının hareketlerini sınırlamak için ellerini bağlarken, “Piç hurdacı çıktı lan, kır gitsin”. O ana kadar sesini çıkarmamak için özel bir özen gösteren Yakup’tan acı, kısa ve net bir “Hayır” sesi duyuldu tam o anda. Ve bu “Hayır”; kahramanca söylenmiş bir isyan sözcüğünden çok, bir ölüm fermanı gibi geldi adamlara. Yakup’un göt yanaklarını yoklamaktayken ceplerindeki yüz milyonlarca liranın farkına varan palabıyıklı, bu yüzden sevincini paylaşamadı diğerleriyle. “Kes lan sesini!” diye böğürdü onun yerine.
İki adamın gözleri de Yakup’un baktığı yere bakıyordu: “Kır ulan şu aleti!” diye emretti palabıyıklı, çocuğa. Tüfeğinin yaptığı ağırlık nedeniyle omuzları yere paralel duramayan çocuk, tüm vahşi görünümüne rağmen bir damla gözyaşı döktü o anda. “Kırsana lan!” dedi ve küfretti adamlar bir ağızdan. Çocuk, elinde Yakup’un Kamerası; öylece duruyordu. Adamlar iyice sinirlendi ve palabıyıklı olan, çocuğa doğrulttu silahını. Çocuk Yakup’a bakarak birkaç damla daha bıraktı gözlerinden ve “Hayır” dedi. Yakup’un demiş olduğundan daha acı, daha kısa ve daha net bir “Hayır” olmuştu bu ve hem kahramanca söylenmiş bir isyan sözcüğü, hem de bir ölüm fermanının ta kendisiydi bu kez. Adam acımadan bastı tetiğe ve kuşların kanat çırpma sesleriyle zenginleşen bol yankılı bir silah patlaması duyuldu ağaçların arasında. Kurşun kalbini deldiği saniyede can veren kanlar içindeki çocuğa doğru koştu Yakup, Kamerasını alabilmek umuduyla. Adamlar içinse dramatik bir inatlaşma meselesine dönüşmüştü olaylar. Üzerine yürümeye başladılar. Kuduz köpekler gibi salyalar akıta akıta yaklaşıyorlardı Yakup’un güçsüz bedenine. Ve acımasızca dövmeye başladılar onu; karnına inen tekmelerden nefes almaya çalışmak tek kaygısı olmuştu artık.
Tam o anda jandarmanın sesi duyuldu ağaçların ardından. “Teslim olun!” sesi; kısa ve net olmasına rağmen acı gelmiyordu kulaklarına. Ve bir ölüm fermanının zıttı olan her şeyi simgeliyordu avaz avaz.
~ . ~ . ~ . ~
“Bana senaristliğe nasıl başladığımı sordunuz.” dedi gazetecilerin gülümseyen ve tatmin olmuş bakışları karşısında ve fotoğrafçıların durmadan patlayan flaşlarının eşliğinde. Geçmişini anlatmış olmanın getirdiği hüzün ve aldığı ödülün yüzüne kondurduğu gülümsemeyle; Antalya güneşinin klimalarla yok sayıldığı büyük bir salonda oturuyordu şimdi. “Ben aslında hep yönetmen olmak istemiştim arkadaşlar. Ama işte… Benim hayatım bir senaryo.”
Emre Eminoğlu
(*) 2007, Yunus Aran Öykü Yarışması Birincilik Ödülü.